3 Aralık 2010 Cuma

Deniz in Wonderland


Genelde şans kısmet falan gerektiren cinsten olaylar yakınımdan geçmez, ne yazık ki. Kardeşimden bal damlar, her girdiği çekiliş, yarışma, bingodan para, hediye ne veriyorlarsa kazanır. Ben de bakarım. Şimdiye kadar ki en büyük başarım Eylül'de evlenen arkadaşımın gelin çiçeğini kapmak oldu. Nasip. Dün gecede kendimi ve çevremdekileri şaşırtarak twitterdan İlhan Erşahin'e bilet kazandım, hem de iyi kısmı zaten gitmeye karar verdiğim konsere çıkması oldu. Hastası olduğum Wonderland albümü hayatımın bir kısmına büyük damgasını vurmuştu. Zaten sevdiğim Bora Uzer'le olan Sensiz Yaşamam hala dinlediğimde bile içimin bir yerinden beni üzmeyi başarabilmekte. Girl'de küfrettiğim, ama yine de hiç bir satırına inanmadığım, Fly'da zamanın gerçekten uçup geçmesini istediğim,Aşk'la aşka geldiğim, en çok ama en çok Sensiz Yaşamam dediğim, İpod'umun repeatine takılı kalan albümün, tavşan deliğinden beni Wonderland'e sokması çok uzun sürmedi. Sinirim bozulduğunda "just skip it" hadi bir daha, yetmedide "yeah baby repeat it!" Sonuçta "we can make it if we both want enough".

Neyse gelelim konsere, Çeşme Babylon'da Bora Uzer'e konuk sanatçı çıktığında izlemiştim İlhan Erşahin'i sahnede ilk, izledim derken tabii, çıktığını falan hatırlıyorum, ama ne çaldı, ne yaptı, sahnede ne kadar kaldı en ufak fikrim yok. Alkolün kötülüklerin anası olduğunu burada belirtmek isterim. Neyse dün konuk sanatçı olarak Hüsnü Şenlendirici vardı, ki bu arkadaşın soyadını klarnet zanneden bir arkadaşa sahibim. Ha bu arada Hüsnü'nün bu medyadaki kötü imajı yaratmasından önce kendisinin klarnetini Athena-An isimli şarkıda keşfetmiş, ve hadi lan ordan demiştim. Her ne kadar pop, rock, funk, metal, elektronik dinle, sev, bayıl, hastası ol, gerisini reddet, tiksin, yine de klarneti duyunca Türk insanının kanında başka birşey akışa geçiyor. Biz bir an off keşke rakımız, mezemiz olsaydı modunda bulduk kendimizi. Öyle bir şey klarnet. Tabii bir de bu arada ben ortaokulda bandoya girdiğimde her bandoya giren kız gibi, elime bir klarnet tutuşturmuşlardı. Kolej Marşı'nı bitirip, İstiklal Marşı'nın ikinci kıtasında, öğle tatillerinde kantinde pineklemek amaçlı bandoyu terketmiştim. Ve daha o dönem yanımızda girip de klarnetten ses çıkarmaya çalışan arkadaş ortasonda bando şefi olmayı başarmıştı. Hayat garip, kimin nereye geleceğini kestiremiyorsun. Ama İlhan Erşahin'in sürekli Babylon'a gelmesi en büyük arzumuz.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın...


Alışkanlıklardan vazgeçmemek lazım, teknoloji takibi iyi güzel ama hiçbir şey kitabın yerini tutmayacaktır. Kindle'dan nefret ederim, sırf bu yüzden amazona düşman olabilirim. E-book denen kavramı sokmayacağım hayatıma. Kağıdı elimle çevirmeden, o kağıdın kokusunu duymadan okumayacağım bir şeyi. Kıvırmamaya çalışıp, en az zararla bitirip, kitaplığıma koyma zevkinden mahrum bırakamayacaklar beni. Evet gerikafalıyım, değişikliklerden hoşlanmam, alışkanlıklarımı değiştirmem. Fikrisabitim. Yani?? İpad'den dergi okumam. Blog yazıyor olabilirim ama bunu başka şeylerin önüne koymam. Sesli kitapları sadece dil kitabı olarak kullanırım. Tamam okumanın her türlüsü iyi bir şey, ama bir gün bu durmak bilmez teknolojik devrim bizi kitapların tamamen dijitalleşmesine götürürse, laptopumu kaptığım gibi Microsoft'un yada Apple'ın önünde parçalamak temalı bir eyleme geçerim. Can Yayınları'nın kalplerini yanyana dizer, onlarla saldırırım. Hasan Ali Yücel Klasikleri'ni fırlatırım, en kafa yaranlarından. Yerli & yabancı bir kadro kurar uluslararası girişirim. Çok kötü şeyler yaparım, cidden, net!

19 Kasım 2010 Cuma

312


Dokuz günlük bayram tatili sebebiyle memlekete dönüş yaptım. Ankara benim evim, yuvam olmasının dışında aynı zamanda bayramda ziyaret edilmesi gereken bir büyüğüm, hatrını sorup elini öpmem gereken bir yaşlı akraba, aynı zamanda iyi vakit geçirip, beraber eğlendiğim süper yakın arkadaşım. İki günlük bayram muhabbeti, babaanne, büyük dayı, büyük teyze ve tamam baba yeter bu kadar akraba, olsun kızım sevaptır. Kabristan, ruhuna el fatiha...Sabah kahvaltıları, akşam yemekleri, bol Guitar Hero, Kıtır'da kokoreç, bira, Bestekar'da martini, bira, bira, bira. Hava güzel, güneş gidince Ankara. Gece Aspava; hoppa kapatmışlar bayramda, e hadi o zaman Devrez. Yeni evli çiftte shot oyunu, bum, en iyi kural; kahkaha atmak yasak. Babam interneti kapattırmış; e o zaman Köroğlu Starbucks, üst sokakta küçüklüğüm, alt sokakta gençliğim, 112-114 otobüs hattı. Bu şehirde herkesin tanıdık gelmesi, bir yerden birisi çıkması.Yapılacaklar listesi; Kebap 49, Aspava-muhakkak-, bir rakı balık iyi gider, Ankara'da. Bien, If, vakit kalırsa Zeki. Bugün Cuma kaldı üç günüm, Seğmenler'e gitmeden olmaz, Vitamin'de sabah kahvaltısı; beyaz peynirli domatesli tost ve acı sosla. Tunalı'da gereksiz bir yürüyüş. Otobüs sonra, köprü ve İstanbul...Ben askerliğimi yaptım Ankara'da çok sıkıcı bir yer, her taraf gri-kara ne o öyle, Sakarya'ya gittik biz gece çok sıkıcıydı, Ulus'a gittim ben çok çirkindi. Bir kere deniz yok, yaşanmaz denizsiz yerde. Hadi lan ordan Ankara candır. Burada doğup, büyüdüysen her boşluk seni yine buraya çekecek, Ankara seni bağrına basacak, yuva olacak, sen ne kadar nankörlük edip onu terkedip başka şehirlerle olsan da o sadık bir eski sevgili gibi hep seni bekleyecek, hep senin dönmeni isteyecektir. 312 senin DNA'na kodlandı bir kere çünkü...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Dört Başlangıç, Altı Ana Yemek


Proje ödevi yazıyorum iki gündür, öncesinde bir hafta araştırma. Önüm arkım sağım solum yemek kitabı oldu, tarif okumaktan, resimlerine bakmaktan sürekli acıkır oldum. Acıkınca mutfağa girmek yerine McDonalds'a talim ettim, ne o Profesyonel Aşçılık Okulu'ndayım, ne de güzel! Bugün bir baktım ki bu proje ödevi bildiğin blog yazısı formatında olmuş, ciddiyetten bir hayli uzak, az biraz edebi falan olmuş. Neyse dedim bari buraya yazayım da birşeyler boşa gitmesin. Blogu günlüğe çevirmemek en büyük arzum, ama yapacak bir şey yok, bu aralar kafamda başka bir şey yok çünkü. Staj araştırmaları, yazışmaları daha üç ay olsa da şimdiden başlamak gerek, çünkü severim ben sona ana bırakmayı, o yüzden dürtüyorum kendimi bir hayli. Bu aralar en yakın arkadaşım Jamie Oliver, evi desen bok götürüyor, bulaşık, çamaşır gırla. Mutfak çiziminde iç mimar arkadaş, tatlı seçiminde pastacı arkadaş opsiyonlarıyla biraz daha rahata kavuşsam da daha çok çalışmam lazım. Çorbalar, başlangıçlar, ana yemekler, ulan bunu koysam menuye kimse yemez ki bu ülkede, ayrıca nereden bulucam ben bunun malzemesini, esnaf lokantası konsepti seçeydim, az çorba az pilavı koysaydım, tatlı da künefe. Sevmeden yapılacak iş değilmiş bu da her iş gibi, ama bunu seviyorum ben, koymaz ya o zaman insana...

31 Ekim 2010 Pazar

Toplum Zararlıları; Bölüm II : Ebeveynler



Gelelim ikinci türe, şimdi ilk türün çözümü var, zayıflayabilir, bunu yapabilir yani, ama bu ikinci türün o dönüşüm başladıktan hiçbir şekilde geri dönüşü yoktur. Ebeveyn insanı.. Hepimizin annesi babası var, çokca da severiz evet, fakat bu ebeveyn türü daha yeni dönüşüm geçirmiş bir model. Sıfır ila yedi yaş arası çocuğu olan bu ebeveynler kendilerine dokunulmazlık kartı verilmişcesine toplum huzurunu bozarlar. Benim yaş grubu gençlerin çocuk yapmak gibi bir plana girmemelerine sebep olurlar. Bunların mottosu şudur; benim çocuğum var ben herşeyi yapabilirim. Daha çok annelerde görülen bu fikir, günümüzün modern ebeveynlik kavramıyla babalara da sıçramıştır. Böyle düşünen insanların çocukları daha iki aylık olsa bile bu tavırdan güç alarak maksimum düzeyde sapıtır. Kafe, restoran, sinema, alışveriş merkezi, toplu taşıma, sokak, en kötüsü şehirlerarası ulaşım, uzun bir uçuşta uçak. Bu durumların hepsi rahatsızlık için birebirdir. O çocuk genelde ya ağlar, ya anırır, ya bilmiş bilmiş konuşur, ya sizin koltuğunuzu tekmeler, ya gelir oranızı buranızı cimcikler, ve ebeveyn napar, hiçbir şey yapmaz.

Bir otobüs yolculuğunda bu veletlerden biri arkama oturdu, cırcırcır konuşuyor, camları yumrukluyor, benim koltuğu dan dan tekmeliyor, dönüyorum bakıyorum kıl kıl, anası olacak bir şey desin diye, anası olacak bir şey demediği gibi babası olacak da yan koltuktan, anılcığım bu şekilde devam edersen gittiğimizde sana hazırladığım sürprizi göremeyeceksin tarzı efektif, saldırgan ve sonuç odaklı bir çözüm sunmuştu. Doğru çözüm benim dönüp anılcığım bu tavrı sürdürürsen sürpriz tokadı ağzına yiyeceksin demem olurdu, fakat kınanacağımı bildiğim aa ama o daha çocuk ablası tarzında bir yaklaşımla püskürtüleceğim ve bütün otobüs tarafından da cıkcıklanacağım için susup oturdum. Ben üniversitedeyken kalabalık bir kız grubuyduk ve nereye gitsek aşırı gülüp eğlendiğimiz için garsonlar tarafından uyarılırdık, müsteriler rahatsız oluyor diye, hadi sen git garsona de ki, şu yan masada beş saattir anırarak ağlayan çocuk beni çok rahatsız etti, rica etsem uyarır mısınız? De hadi bi de, bakalım başına neler gelecek, çocuk sevgisinden mahrum, annelik duygusunun yüceliğinden bihaber, en güzel varlığa karşı yapılan açık saldırı, bencillik, düşüncesizlik, seni de görücez ilerde, terbiyesiz gençlik tarzında ifadelerle yargısız infaza gideceksin. Kesin.

Özellikle kız çocuklarının son yıllardaki o pembe şımarıklıkları yok mu? Bilmiş tavırlarıyla birleşen garip kıyafetleri ve kontrol edilmeyen sapkınlıkları, eminim ki yeri geliyor aynı yaş grubundan bir erkek çocuğu bile buna şaşırıyordur, napıyor diye? En basitinden küçükken kimse bana danışmazdı kıyafet alınırken, prensesim hangisini beğendin diye, şimdi utanmasalar tek başına yollayacaklar alışverişe, neymiş efendim kendi beğendiğini seçerse özgüven bimnemne, banane arkadaşım ben ne istersem onu giydiririm, ben yapmadım mı sonuçta, zaten büyüyünce dinlediği müzikten, okulundaki modadan etkilenip abuk subuk şeyler giyecek, bari küçükken istediğimi yapayım. Bu kız çocuklarını frenlemeyen anneler, hayatı kendilerine ve çevrelerine zindan ettiklerini ne zaman anlayacaklar acaba? Bu çocuklu ailelerin en sevimli versiyonu tatildekilerdir, özellikle de deniz/havuz kenarındakiler. 5'e kadar o çocuğu ciyaklatarak suya sokmaya çalışan ebeveyn, 5 yaşından sonra o çocuğu sudan çıkartmaya uğraşacaktır. O çocukta yaptığı her gerzek şeyi, ciyaklayarak bu ebeveyne göstermeye çalışacak, su sıçratacak, gözüne kum kaçıracak, en gıcık olduğum olan denizde birbirlerine ıslak kum fırlatacaklardır.

Bu insanlar normal bir gençlik geçirip, sevip evlenip, aile kurup, bir meyve olarak da çocuk fırtlatmaya karar verdikleri ana kadar, bildiğimiz, çevremizde gördüğümüz hatta direk biz olan tiplerdir. Ama o çocuk çıktığı anda, daha önce bir hayatları olmamışcasına garip bir auraya giren bu ikili ve başı çeken anne, anne olmadan bilemezsin, ah o duyguyu tatmadan ölemezsin, anne olunca anladım, o kucağıma verdikleri ilk an tarzı şairane duygular eşliğinde hislerine derman olmaya çalışacaktır. Daha sonra bebeğinin pusetiyle topluma karışacak, yine şişmanlarda olduğu gibi yolun ortasında duracak, o puseti sağa sola çarpacak, o çocuk çıkıcak içinden ben sürücem diyecek, sen bir yere yetişmeye çalışırken yoluna taş koyacak, sonra puset yaşı bitecek, bu arkadaş sokakta yürüyecek, bundan gururlu anne, en olmadık yerlerde bu çocuğu kendi yürüsün diye salacak. Alt geçit, üst geçit, metro merdiveni, apartman merdiveninde bebesini kucağına alıp hızlıca çıkacağına, elinden tutup hadi berkecim hop afferin, bi adım daha, ahaha bravo oğluşuma tarzında yeri ve zamanı çok yanlış bir pratik yaptırtacaktır. İstediği her oyuncağı alacak, bu oyuncakları her yere taşımasına izin verecek, kırıp attığında olsun annem bir daha alırız diyecek, okula başlayıp ilk arkadaşıyla kavga ettiğinde hemen o çocuğun annesini arayıp şikayet edecek, servis şöförünü tembihleyecek, mıncık mıncık öpüp sarılacak. Şımarta şımarta tepesine çıkartacak, çocuk büyüyüp ergen olunca, sivilceleri çıkıp kendini odasına kilitleyince, sizden nefret ediyorum diye kapıları çarpınca da, Haluk biz nerede yanlış yaptık, bilemiyorum ki, ne istese yaptık, ne dese aldık bu yaşına kadar, neden böyle oldu bu çocuk? diyecek.

Toplum Zararlıları; Bölüm I : Obezler



Toplum zararlıları ya da sosyal suçlular denilebilecek bir türü tanıtacağım bugün sizlere. Çoğunuzun günlük hayatlarında sıkça karşılaştığı ama ne olduğunu adlandıramadığı bu tür aslında çok tehlikeli ve bir o kadar da vurdumduymazdır. Bu tür altında sayılabilmek için iki karakteristik özelliğe sahip olunulması gerekir, bunlar ayrı ayrı bünyede barınabilir, ikisi birden aynı kişide de olabilir. İkincisi voltranı oluşturan birleşme olacaktır. Bu özelliklerin ilki şişmanlık, ikincisi ise çocuk sahibi olmaktır. Şişman bir çocuk sahibi ise tehlikeli sular, zor zamanlar, hayırlara vesile olsunlar olarak da bilinirler.

Bu şişman kadınlar ve adamlar nedense toplumda herşeyi yapabileceklerine yönelik bir inanç taşımaktadırlar. Şişman oldukları için herşey mübahtır, helaldir onlara. Bu bahsettiklerim yalnız öyle balıketli insan değil bildiğin şişman, gördüğün obez olanlardan olacak. Vücudun büyümesiyle birlikte artan vurdumduymazlık sınırı bunlarda bir hayli fazladır çünkü. Hepimizin başına gelmiş ve gelecek olan bir örnekle durumu daha netleştirebilirim, sokakta yürüyoruz, kalabalık bir kaldırım düşünelim, insanlar bir yöne doğru belli bir tempoda yürüyor, bir anda tempo kesilir insanlar durma noktasına gelirse, bilin ki grup içinde bir şişman vardır, ve bu şişman vitrine bakmak, elindeki simidi yemek, terini silmek ya da hiç önemli değil sadece canı istedi diye yolun ortasında durur. Eğer siz şişmanın hemen arkasındaki insansanız, bu duruşu kestirememek sonucu şişmanla istemediğiniz yakınlıkta bir münasebete dahil olabileceksinizdir. Bu aynı şişmanlar, biz şişmanız zorluklar yaşıyoruz öbürleri de yaşasın kafasında sosyal hayatı bize toplu taşıma araçlarında da zehir etmeyi ilke edinmişlerdir. Bir kere ayakta durmaz, duramadığı için değil sadece durmak istemediği için herkesin kendisine yer vermesi gerektiği gibi bir kafaya sahiptirler. Bir kere otobüste gidiyorum ayakta duran insanlar da var, şişman bir kız, yaşlı falan da değil, gözüne kestirdiği bir genci, pardon kalkar mısınız diyerek yerinden edip, ay uy aman nidalarıyla da koltuğuna puf diye kendini bırakmıştı. Düşünelim otobüste kimlere yer verilir? Yaşlı amca/teyzelere, çocuklu kadınlara, hamilelere, istiklal gazileri vardı eskiden onlarda kalmadığına göre, bu arkadaş kendini hangi kategoriye dahil ederek bu hakkı buluyor. Yaşlı ve hamilelere yer veriniz tabelası, yaşlı, hamile ve şişmalara yer veriniz olarak değişti de benim mi haberim yok?

Bir de bu gruptan bir üye sehirler arası yolculukta yanınıza düştüyse vay halinize, bir kişilk aldığın koltuk var ya, unut onu ya direk, sen yarım insansın artık, o koltukları birbirinden ayıran çizgi büyük ihtimalle yanındaki şişman teyzenin popo çatalına çoktan kaynadı çünkü. Kıpırdansan da, böyle rahatsız olmuş bakışları atsan da, kolunu bacağını bunu dürterek bak üstüme çıktın mesajı vermeye çalışsan da, bu hiçbirini sallamayıp sadece muavinin çay kahve servisine ne zaman başlayacağını düşünüyordur. Bir de giyim konusunda bu şişman insanların sebepsiz bir cüretkarlığı vardır. 38 beden üstü üretilmemesi gereken bazı kıyafetleri mutlu bir şekilde giyerler, skinny giyer, tayt giyer bu bir de popoyu kapama gereği duymaz, e tabi senelerin emeği var orda neden saklasın ki? Yine sokağa dönelim bu taytlı ya da skinnyli gencimiz önümüzde yürüyorsa ve eğer o altındaki desenliyse, geçici körlük, korneada yanma, retinada çizilme gibi kalıcı hasarlar meydana gelebilir. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın şişmanlar evde oturup daha da şişman olsunlar demiyorum, insan şişman olabilir ama bunu diğer insanları rahatsız eden bir silah olarak kullanmaları beni rahatsız eden, yoksa şişmanlar sempatiktir bilirsiniz...

27 Ekim 2010 Çarşamba

En Büyük Düşmanım; Çalar Saat


Pazartesi sabahı, sabahın yedi buçuğu çalan alarm sanki biraz erken mi çaldı ne? Hava bu kadar karanlık oluyor muydu ya? Allah, saatler ne zaman alınıyor, saat alınacaktı sanki...Gözümü açmadan açtığım beynim bunları kurarken, başladım hesaplamaya kışın ileri mi alıyorduk, geri mi alıyorduk? Birinde sabah kalkınca sabah olmuyordu pek, öbüründe de bir saat fazla uyuyup mu seviniyorduk? Saati susturup zor açtığım tek gözüm ve her ihtimale karşı uyuyan diğer gözümle telefondan googla'a saatlerin alınması gibi bir şey yazıp search ettim. İyi de ayın kaçı bihaberim, umutsuz araştırmalarım sonucunda daha zamanının gelmediğini farkettim. Bütün çocukluğum boyunca 5 dakika uykunun hesabını yaptım, saatler alındığı vakitlere bir türlü uyum sağlayamayıp, geçmişi geride bırakamayıp saat 12 diyen anneme ama aslında 11 gibi gerzek savunmalarda bulundum. Bizim evdeki sabah maratonu annemin çalar saati fena bir dijital love story ezgisi eşliğinde çaldığı anda başlardı. Halıda çıkan terlik sesi fışırtısıyla zamanımızın geldiğini anlardık. Önce kardeşim uyandırılır kahvaltıya gider, televizyona bakarken annem bulduğu boşluklardan ağzına bir şeyler tıpar, kusacak gibi oldum diyen kardeşimin ağzına sokulan akabindeki lokmayla birlikte kusar. Annem çıldırır, servis gelir, asansör gelmez. Bulunan boşlukta sıra bana gelir.

İlkokul, ortaokul ve lise öğrenim hayatımda servis ve uyanma araları yaş arttıkça azalmış, kahvaltı devreden çıkartılarak o süre saç yapmaya ayrılmıştır. Televizyonun saatiyle 7.21de inersem tam sahane denk getirirdim, onu hatırlıyorum. Ve yine demin bahsettiğim öğrenim kronolojimin ilkokul döneminde her sabah bıkmadan usanmadan annem kaldırdığında karnım ağrıyo ya çok yalanını söyledim. Bir gün boşluk bırakmamamdı sanırım annemin durumu çakozlaması. Ve yine her sabah annem uyandırmaya gelmeden en sevimli ve masum halimle uyumaya çalışırdım ki "Ay uyandırmaya kıyamadım" desin. Hep kıydı, her sabah kıydı ya kadın, bir gün sektirmedi canım annem. Bir gün...Her gün de o yataktan eve döneyim kesin uyiycam geri, direk döner dönmez diye uyandım ve bir gün de yapmadım. Sonuçta sabah uykusunun yerine ne koyarsan koy ucuz bir taklitden öteye geçemeyecektir. Her zaman da, sabah dinç uyanan insanlara imrenip, onlara bir o kadar da gıcık olmaya devam edeceğimdir.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Sağlık Skandalı ya da Uğur Dündar Bonesi


Bizim kadar Allah'a emanet yaşayan millet çok yoktur herhalde Dünya üzerinde. Türk olmanın en önemli özelliği her durumda "Bize bir şey olmaz." diyebilmektir galiba. Başka ülkelerde ortaya çıkan bulaşıcı, salgın hastalıklar, büyüklüğüne ve şiddetine göre nüfusu etkilese dahi, aynı şey bu ülkede aynı sonucu vermiyor. Tabiki ırk, mevsimsel faktörler, genetik bir takım özelliklerin yanı sıra, bu durumun en büyük sebebi milletce yarattığımız bize bir şey olmaz sinerjisidir. Bu Secret falan gibi şeylere hiç inanmasam da, eğer gerçekse, en büyük kanıtı Türk toplumunun evrene yaydığı bu secret olmalıdır. Atın ölümü arpadan olsun zihniyetiyle HIV pozitifli hayat kadınlarıyla yatma isteklisi Türk halkı; kendine bir koruma kalkanı geliştirmiş olup, nasıl olduğu belli olmayan bir sistem içinde de bunu çalıştırmayı başarmıştır. Hastabakıcıların doktorculuk oynadığı, tornacıların protez ürettiği nadide ülkemde, sağlık herkesin el atabileceği, baka baka öğrenip başkalarının üzerinde pratik edebileceği bir alıştırma- uygulama konusu olarak görülmektedir. Çoğu hastanenin aciline bir gözün elinde ya da böbreğinde bir bıçakla girmediğin sürece acil vaka olarak adlandırlımayacak ve geç canım sen otur biraz şurada muammelesi göreceksinizdir. Ben gördüm oradan biliyorum. Gıcık hemsireler, ülkenin her yerinde mesleklerini standart gıcıklık seviyesinde tutmak için büyük çaba sarfetmektedir.
Bir de nedense - en azından bizim evde- doktor ölümden önceki son çaredir, son ana kadar gidilmesine gerek duyulmayan bir mercidir. Babam zaten ortopedi alanında tahsil yapmış olup her türlü kırık, çıkık ve burkulmanın lasonil artı sargı bezi ikilisiyle düzeltileceğine inanır ve mükemmel diş hekimliği bilgisiyle de 20 yaş dişinin iltihap yapması ve konuşulamayacak duruma gelinmesi karşısında da "O öyle batar batar çıkar, geçer oynama." kafasındadır. En son apar topar hastaneye kaldırılışım bundan beş sene önce olup böbrek taşı sebepliyken bile, kendisi yok böbrek taşı değildir sen dayanamazsın onun acısına yorumuyla üroloji alanındaki bilgisini de ortaya koymuştur. Neyse bu vakada ben sedyeleri yırtarken ve avaz avaz ağlarken, gelen hemşireye lütfen bir şey yapın ölücem şeklinde yaklaşmamın sonucu elimizde sihirli değnek yok ya bekle accık şeklinde yaklaşmasıyla, o sihirli değneği senin münasip bir yerine sokarımla başlayıp hastaneyi inleten ana avrat düz gitmelerim sonucu, böbrek taşı sancısına bir de annemin ağzımı kapatmasından kaynaklı nefes darlığı eklendi. Hemşirelik mesleğine duyduğum saygıya hayatımın geri kalan süresi boyunca tek bir yorum yapamayacak olmam da bu yüzdendir.
Sağlık raporu da bir diğer güzide konudur. Süreç şu şekilde gelişiyor. En yakın sağlık ocağına gidiyoruz. Merhaba ben rapor alacağım diyoruz, bekle şurda adını söyleyip çağıracak doktor diyor bir teyze. Sonra doktor bağırıyor sen giriyorsun, gerisi şu şekilde;
- Merhaba, kolay gelsin
- Merhaba, ne lazımdı?
- Sağlık raporu alacaktım ben?
- Neden?
- Okuldan istediler.
- Tamam, sağlıklı mısın, var mı bir şeyin, hastalık falan?
- Yoook
- Al bakalım, hadi hoşçakal
- ?!?!?!?!?!
Budur, bu kadar güveniyor işte adam hastasına. Okumuş kaç sene, TUS'uydu ihtisasıydı derken bana soruyor, bir de lafımı onaylayıp imzasını atıyor. Türk tabiplerine emanet ediyorduk değil mi kendimizi?
İşin hastane kısmından bir önceki safhasına bakacak olursak; milletçe yediğimiz çer çöpe rağmen hala hayatta olmamızın dışında, türümüzü devam ettiriyor olmamız da takdire şayandır. Bu yolda saçını, sakalını ve hatta tenini beyazlatan Uğur Dündar artık yıpranmış ve "Gıda Terörü"yle uğraşmaz olmuştur. Arena'yla büyüyen çocuklar olarak, pastanelerin, ekmek fırınlarının, sucukçuların, hormonlu domateslerin iç yüzünü bilmemize rağmen, benim aklımda en çok kalan Güney Afrika'dan muz kabuğuna binerek Türkiye'ye seyahat eden hamamböceği olacaktır. Arena'nın yanında Ankara'da TED'de okuyan bir çocuk olarak da poğaçanın en makbulünün en pisi olduğunu ilkokul üç sularında Manolya pastanesinin ustasının önlüğünü gördüğümde idrak etmiştim. Uğur Dündar hala boneydi, galoştu derken bu gıdalarla beslenerek milletçe bağışıklık sistemimizi çok pis güçlendirip, öyle dandik mikroplara hasta olmamayı, mideyi bağırsağı cortlatmamayı başarmışızdır. Türk'ün mikropla imtihanı da bu şekilde farklı bir boyuta geçmiştir.

23 Eylül 2010 Perşembe

Ailesel Faktörler




Ben aslında çok komik bir evde büyüdüm, komik derken böyle herkes espriler, şakalar falan değil kesinlikle. Ailede anne tarafımın espri anlayışı gelişmiş olup, benim hiç göremediğim süper komik bir büyük hala olduğu senelerdir konuşulur. Baba tarafımın böyle taraklarda hiç bezi olmadığı gibi, ortamın çok kaynak olmasını da onaylamazlar. Fakat nasıl oluyorsa oluyor ve espri anlayışları olmayan insanların çoğu benim hayatımda tanıdığım en komik figürler oluyorlar. Benim evim eskiden sitcom seti gibiydi, her biri özel olarak tasarlanmış ve karakter özellikleri çıkarılmış birer profesyonel oyuncuydu. Ve ben gerçekten bazen salondaki koltukta oturduğumda sitcomlardaki kahkaha efektini duyuyordum, cidden. Annem ben ve kardeşim genelde yardımcı rollerde bulunurduk; fakat babam dizinin baş karakteriydi. Dizinin komik kadını Satı Teyze ve her dizide olup da her bölüm çıkmayan, genelde izleyicinin en sevdiği aksi ve yaşlı karakteri de anneanneme vermişlerdi. Ki en hakkını vererek rolünü icra eden de yine kendisi olmuştu.
Babam ekonomi, politika, Osmanlı tarihi ve kendi lise anıları dışında hiçbir şey konuşmaktan hoşlanmadığı gibi, bugüne kadar fikirlerini paylaşan, onunla aynı düşünen kimse de karşısına çıkmamıştır. En büyük dileği "Cenneti mekan padişahımız" Abdülhamit döneminde yaşayan bir subay olmak olan babam sayesinde Abdülhamit'i küçükken dedem zannederdim, o kadar tanıdık bir tipti çünkü. Babamdan ilk öğrendiğim bilgi İstanbul'u kim fethetmiştir ve kaç yılında olmuştur. Yaş 3 bu arada. Daha sonra ilerleyen yıllarda tarihe biraz merakım olduğunu anlayan babam üzerime oynamış ve bugün bile unutmadığım fakat hiçbir işe yaramayan bilgileri kafama doldurmuştur. Fakat ne yazık ki kardeşim üzerinde aynı etkiyi yaratamamış, Abdülhamit resmini gösterip de bu kim oğlum dediğinde Nasrettin Hoca cevabını alarak, kendisi üzerindeki emellerinden vazgeçmiştir.
Satı Teyze'ye gelirsek kendisi haftada bir eve gelen, bizimle muhabbet eden, televizyon izleyen, canı isterse de temizlik yapan evin en eğlenceli karakteridir. Okuma yazması yoktur, ama nasıl başarıyorsa herşeyi halledebilir. En belirgin özelliği korkunç derecede cırtlak ses tonu ve sadece bağırarak konuşmasıdır. En sevdiği konu da dekorasyondur. Fakat Satı Teyze dekorasyonu sadece objelerin yerini değiştirerek değil, yenilerini yaratarak yapar. Kendine has bir tarzı ve akımı vardır, büyük ihtimalle de bu akımın ilk ve son temsilcisi olarak kalacaktır. Annemin seramikten yaptığı çanağın içine nerden bulduğunu anlamadığımız samanları koyup, üzerine seramik ördeği yerleştirip, yanına da her sene balkona yumurtlayan güvercinlerden birinin yumurtasını alıp koyarak, ördeğin boynuna bir hediye paketi rafyası dolamış ve ciyaklayarak bizi çağırıp bakın ne yaptım diye göstermiştir kendisi. Hayatta en nefret ettiği insan Melih Gökçek'tir. Hayatımda hiç kimseden duymadığım orjinallikte küfürleri edebilen insan da yine kendisidir.
Ve anneannem, ve dünyanın en komik kadını. Fena halde Leman. Gençliğinde inanılmaz güzel olan, Kim Novak'a benzeyen, sütun bacaklı, uzun boylu bu hatun Saadet olan adını tipine ve sosyetesine yakıştıramadığı için kendine küçüklüğünden beri Leman dedirtir. Dünya üzerinde yaşayan canlı olan hiçbir varlığı sevmez. Buna kendi annesi, babası, kocası, çocukları ve torunları da dahildir. Kimseye koymaz ama bu durum çünkü yakışır kendisine. Evden dışarı adımını atamayacak yaşa geldiğinde bile düzenli olarak eve kuaför ve manikürcü çağırır, saçlarını boyatır perma yaptırırdı. Doğum tarihi her zaman şaibeli olan anneannem bununla ilgili her durumu Üsküdar yangınında bütün nüfus evraklarının yanmasına bağlar. Gazetelerde gördüğü her yeni ürünü ister, kimsenin bilmediği ne varsa haberdar olur. Beğendiği ürünleri gazeteden yırtar cebine sokar, ve annemden talep ederdi. En son kırışık karşıtı, gençleştirici bir krem talep edip de, ki yaşı 80-82 arasındaydı, on yıl gençleştirdiğini söylediğinde annem dayanamayıp "Ne yani anne 70 mi göstermek istiyorsun, bu mu hedefin?" demiş ve anneannem tabiki yine hepimizden nefret etmişti. Kansızlıktan dolayı çok üşür ve evin içinde garip bir hırkamsı/montsuyla otururdu. Malzemesi Atatürk'ün başındaki kalpağa benzer birşey olduğu için, bu durum anneanneme "Atatürk Kocatepe'de" sıfatını kazandırmıştır. Annem ve teyzem tarafından "Kod adı:Leman" diye adlandırılan anneannem vefatından iki hafta kadar önce yaşlı bakım evine geçti, -huzurevi demiyorum, çünkü anneannemin olduğu yerde huzurdan bahsedilemez- daha doğrusu mecbur kaldı. Ziyaret edip en son gördüğümde de "Ben Leman ablayı çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?" diyen demanslı bir teyzeye "Ne yani seni sevmek zorunda mıyım ki ben, niye seveyim ki seni?" diyerek insanın yaşlandığında huyunun hiçbir şekilde değişmediğini gözüme soktu. Şimdi gittiği yerden bunları yazdığımı görüyorsa eğer kesin yine tiksiniyordur benden, dudağını büzüp pis bir bakış fırlatmıştır. Evet anneanne ben de seni çok seviyorum.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Bir Yazlık Çocuğunun Dramı


Eskiden yazların bitiş tarihi, okulun açılma günüydü, yazlıktan daha erken dönmüş olsan bile... Sabahın köründe kalkıp lacivert eteğini, beyaz gömleğini giydiğinde, "Kızım kahvaltı etmeden çıkılmaz"'ı duyduğunda bitmiştir tatil. Aramıza hoşgeldin. Yazlık çocuğu için dünyanın en acı durumudur bu. Daha bir hafta önce kıçında mayon, altında bisiklet; gündüz denizde, akşamda nedense gazino diye tabir edilen markette sürdürdüğün yaşantın elinden alınmış, sırtına çanta, altına da okul servisi verilmiştir. Dünyaya, okula, öğretmenine, hocana, en çok da seni bu acımasız düzene mecbur eden ebeveynlerine duyduğun isyan eylul ayında zirve yapsa da kasım sonu gibi geçecektir. Sadece senenin belirli bir zamanında gördüğün ve geri kalanında hiç görüşmediğin yazlık arkadaşları büyük değere biner. Kışlık arkadaşlarını sinir edersin. Aranızdaki geyikleri grup içinde kullanıp, esprileri yapıp tepki alamayınca da "Ya oğlum orda olsanız var ya acaip komikti, aa tabii siz bilmiyosunuz bizim Ercan var; yazlıktan..." türü karşı tarafı iyice rahatsız edecek, sizden soğutup, tiksindirecek açıklamalara girersiniz. Bu yazlık arkadaşlığı öyle bir durumdur ki bu elemanları günlük kıyafet ve bronzluğu geçince tanımama durumuna kadar gider iş.
Bunun bir üst yaş grubu yazlıktaki "abiler" ve "ablalar" isimli sinir insanlardır. Onlar basket sahası, sahil gibi daha farklı yerlerde bulunabilirler. Gece de yörenin diskosuna gidip takılırlar, küçükleri götürmezler. Mutlaka ama mutlaka bunların içinde bir akustik gitar çalan, bir ehliyeti ve arabası olan vardır. Bu ikisi olmazsa grup temelinden sarsılır ve kalanlar anneleriyle gazinoda okey oynamaya mahkum olurlar. Bunlar bir de farklı sene aralıklarıyla grup içinde birbirlerine yazarlar, çıkarlar, takılırlar. En sevdikleri şarkıcılar, yaz aşkı şarkılarıyla Ege ve Yaşar olur, dinler acıklanırlar. Üzüle üzüle yazlıktan ayrılırlar. Okul açılır sonra bunlara da, bunlar da pek görüşmez. Yaz aşkı kış aşkı olmaz, ama yaz aşkı yaşamanın fazlaca romantik hikayesi bünyeyi bırakmaz. Sınıftaki kızlara anlatılır, ayyyy der onlarda, çok tatlııı...

7 Eylül 2010 Salı

Organize İşler Bunlar



Biz çok küçük tanıdık birbirimizi, hatta belki de daha kendimizi tanımazken...
Biz çok çabuk sevdik birbirimizi, daha tam sevgiyi bilmeden...
Biz kalabalık olduk, biz kalabalıklar içinde kaybolduk. Kaç kişiyiz bilmeden...
Biz aynı sıralara oturduk, biz aynı okullarda okuduk. Biz aynı anıları biriktirdik sonuç olarak. Biz aynı şehirde yaşadık, biz aynı şehirden taşındık. Biz aynı şeylere güldük, aynı şeylere ağladık, biz aşık olduk, biz çok aptalca şeyler yaptık. Aptalca şeyler yapanları uyarmadan, devam etmelerine izin verdik. Yeri geldi kazık attık, yeri geldi kazık yedik. Unuttuk, affettik, devam ettik.
Biz arkadaş olamadık hiç, biz o aşamayı atladık hep beraber, dost desen değil...
Ailemizin bize verdiklerinin yanında, hayat hepimize bir sürü kız kardeş hediye etti. Her anında yanında olacak, her düştüğünde kaldıracak, her ağladığında elini tutacak, tamam geçti diyecek, geçmese de. En kötüyü yaşadığında da, en güzeli gördüğünde de, daha fazla dayanamayacağım dediğinde; hepsinde yanında olacak o senin için.
Yeni insanlarla arkadaş olmana lüzum kalmayacak artık, elindekiler sana yetecek. Hem niye en baştan anlatasın ki kendini yeni birine, zaten bütün süreci seninle yaşamış insanlar varken hayatında.
Hep beraber yaşadık biz her şeyi, mezun olduk sırayla; onlara süslendik, taşındık başka şehirlere sırayla; onlara üzüldük, çalışmaya başladık sırayla; onlara söylendik.
Ankara'yı yuva yaptık biz, sıkıcı bir şehri güzel bildik hep, bize birbirimizi, bize yaptıklarımızı, bize geçirdiğimiz zamanları hatırlattı diye. Biz hepimiz aynı anda konuşurken bile birbirimizi dinledik hep. Çünkü biz hep aynı anda konuşmayı severiz.
Şimdi hazırlanıyoruz hepimiz, Ankara'da buluşmak için, aynı anda konuşmak için.
Aramızdan birini gelin diye vermek için, nedimesi olmak için, kınasını yakmak için, bekarlığa vedasında sapıtmak için, ayakkabısının altına adımızı yazmak için; silik, gelin çiçeğini tutmak için, tutanın elinden kapmak için...
Tabii en önemlisi, aramızdan ilk evlenenin yanında olmak için, heyecanını yatıştırmak yerine, ondan daha çok heyecanlanmak için. Her zaman yaptığımız gibi yine her şeyin ilkini beraber tatmak için.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İkisinde neyse...


Tuğde'yi hatırlar mısınız? Murathan Mungan'ın Yüksek Topuklar'ındaki 5 yaşındaki, ama 30'luk davranışlar ve bilgiçlikler taslayan kıl veledi? İşte ben onu hiç unutmadım. Korkulası kız çocuğu modeli olan Tuğde, gerçek hayatta karşılaştığımda kaçmak, cimciklemek ve bir o kadar da tekmelemek istediğim bir organizmadır. Ne yazık ki geçtiğimiz hafta bir Tuğde'yle karşılaşıp muhattap olmak zorunda kaldım. Daha doğrusu Tuğde'ye maruz bırakıldım. Çocuklardan pek haz etmediğimden olsa gerek, nerede en gıcığı, en kılı, en arızalısı varsa karşıma çıkar. Bu seferkini tatilde buldum, daha doğrusu o beni buldu. Kahramanımızın adı Okyanus. Ve hayır okyanus rengi mavi gözleri, ya da bunu çağrıştırabilecek sarı saçları yok. Kendisi olabildiğince esmer ve kara saçlı; iki yaş vücuduna hapsedilmiş bir Serpil Çakmaklı. İki şemsiye önümde oturan ebeveynleriyle teşrif etmiş, üzerinde şortu, t-shirt'ü ve tarzına hiç yakışmayan çizgi film karakterli terlikleriyle ortalıkta koşuşturuyor. Ama öyle çocuk koşuşturması değil, 10'deki Bo Derek tarzı bir şey. 25 yaşıma geldim, hiç bir durumda bu kadar dişi koşamamışımdır. İsmini de sürekli "Okyanus, okyanus, okyanus, kızım gel, rahatsız etme ablaları/teyzeleri/amcaları/arkadaşları/" şeklinde çemkiren; Okyanustan daha rahatsız edici olan annesi sayesinde öğrendik. Okyanus denince de benim aklımda niyeyse sadece Coşkun Sabah'ın elinde o garip, yarısı var yarısı yok uduyla "Okyanus mu iki şehrin arasıııı?" diye söylerkenki görüntüsü gelir. Neyse, beline kadar kıvırcık saçları, kulağında sallanan küpeleri ve kolunda bilezikleriyle sonunda Okyanus hanım bizim şemsiyenin altına da buyurdu. Hepimizi şöyle bir süzdükten sonra tabi ki bana dönerek, önce saçlarını arkaya doğru savurup, daha sonra da elini beline koyarak "Benim de bikinim vaaaaar yalnızzz" diyip kıl bir bakış fırlattı. Evet belki başka biri olsa "Öyle mi canım, ah ne de şeker şeysin sen, adın ne, kaç yaşındasın" gibi muhabbetlere girebilirdi; ama söylemiştim değil mi çocuklardan pek haz etmem. Ben de Okyanus'a "ee hani nerde bikinin yok ki bikinin ha ha" tarzında çok yanlış bir hamlede bulundum. Görürsün sen bakışı attı ve beni mahvetmeye kararlı bir şekilde dönerek uzaklaştı. Eheh eheh gitti işte başımdan derken, bizimki bir eli belde, diğer elinde de bir şeyler sallaya sallaya geri döndü. Önümde durarak bikinisini suratıma suratıma salladı. "Al işte bak işte" tarzı da bir konuşma yaptı. Fakat o andan sonra ne söylediğine pek dikkat edemedim; çünkü gözlerim bikiniye kitlenmiş bir durumda ve beynim de "Zebra desenli bikini"yi algılama süzgecinden geçirmeye çalışmaktaydı. Konuşması bitti ve büyük bir zafer edasıyla yerine döndü.
Şimdi bir düşünelim, nasıl bir çocuk giyim firmasının tasarımcısı zebra desenli bir bikini tasarlamayı akıl etti, hadi o etti diyelim, bu nasıl üretime geçti, tamam o da olsun, satışa nasıl çıktı, peki o da tamam, lan kim alır çocuğuna zebra desenli ultra fetiş bir bikiniyi? Doğru cevap Okyanus'un annesi olacak. O bikiniden de büyük ihtimalle bir tek Okyanus'ta olacak. O kadar "unique" yani kızımız.
Okyanus diğer şemsiye altlarına da giderek konsunu tamamladıktan sonra kulisine geçip bikinisini giydi, ve iskele tarafında boy göstermek üzere uzaklaştı. Büyük ihtimalle Banu Alkan gibi parmak uçlarında iskelede yürüdü ve yine Serpil Çakmaklı tarzında önce merdivende durarak ayağını suya sokup çıkardı daha sonra da Nükhet Duru dişiliğiyle denize girdi.
Arkasından dönüp yanımdaki 3 yaşındaki küçük kuzenime baktım, denize girmemesine rağmen tek koluna taktığı Nemo'lu bir kollukla konuşuyordu, utandım ondan, sonra kendi bikinime baktım, küçük çiçekleri görerek utandım kendimden, sonra Coşkun Sabah geldi uduyla, Okyanus mu dedi iki şehrin arası?

19 Ağustos 2010 Perşembe

Sing to Me


Bazı şarkılar hani bazen koyar ya böyle en içinden en derinine, duyduğun zaman böyle böğüre böğüre ağlamak istersin ya hani, herkes dinler, herkes kendine yazılmış sanır, tam beni anlatıyor di mi? Bir de bazı şarkılar vardır, bana hep olur duyunca; bunu bana söylesin diye düşündürür, bu şarkı ona beni hatırlatsın, o "she" ben olayım o "me" o olsun. Elvis Costello olsun o "She, may be the reason i survive" desin benim için, duyunca ben geleyim aklına, o Hugh Grant olsun, Notting Hill'in sokaklarında mevsimler geçsin, o beni düşünsün işte, fonda da "She, may be the face I can't forget"
Ya da kim istemez ki "I don't mind spending everyday, out on your corner in the pouring rain" kafasında bir sevgiliyi. Her ne kadar yağan yağmur altında camımda bekleyen bir tanesini bulamamış olsam da bunu 12. katta oturduğuma bağlıyorum. Belki gelmiştir de ben görememişimdir, yüksekten. Tabii bu yağmur altında durmaca hemen Gripin'in "Durma Yağmur"'una bağlanabilir fesat çevrelerce, ve bu da sadece gözümün önüne hortumla şakır şukur yağdırılan yağmur altında gözlerini bile açamadan; sen doldur ben içiyim falan etkisi yaratır ki hiç tarzım değildir, almayayım. And she will be loved diyelim sonuç olarak.
Asıl bu yazıyı yazdıran bir şarkı var ki en fenası, şimdi biz Guitar Hero oynarken, ben solistken -cidden de çok acıklıymış ha demeyelim yalnız- sözler yazıyor ya, işte o zaman dank etti bana. O zaman içinde bulunduğumuz hal ve durumlara bakarak, dönüp de yanımdakilere, yani grup arkadaşlarıma "ay var ya bu şarkı tam da bizi anlatıyor" dememek için zor tuttum kendimi. Bizi anlatmıyor aslında da işte yine aynı şey, bana söylese ne de iyi olurdu, tam benlikmiş, ben çok iyi giderim bu şarkıya, şöyle bir klibinde hayal ettim de kendimi, of of of. Bu da Tonic'den "If You Could Only See". Her ne kadar gözlerim mavi olmasa da "if you could only see the way she loves me, maybe you would understand" diye anlatabilir mesela beni birilerine, sonrasında da ekler "why i feel this way about our love" ve beklenen hamle ve gaz bu noktada devreye girer "and what i must do"
Ama yine de "he" ne durum içerisinde olursa olsun, James Blunt'a bağlayıp "Goodbye My Lover" ve "You're Beautiful" noktasına geldiyse "No no no almayayım, başkası alsın" noktası kaçınılmazdır. Biz yine en iyisi, boşver bu şarkıları da, beraber "Retrovertigo" yu söyleyelim, yine eskisi gibi, bilirsin severim, bilirim seversin...

27 Mayıs 2010 Perşembe

İdiot,idiot..İdiotloji


MFÖ dinlemeyen, dinlemese de Ali Desidero'yu bilmeyen yoktur herhalde. En kötü Permatik reklamlarından hatırlar belli bir yaş grubu. Geçen gün evde otururken bir şey farkettik; evet hepimiz biliyoruz Ali Desidero'yu, fakat hangimiz eşlik edebiliyoruz "aliiii ali desidero" dışındaki bir kısmına? 80 kuşağını ortasından yakalamış olmamıza rağmen, vaktinde yeterli çabayı göstermemiş ve Ali'nin hikayesini ezbere söyleyebilmekle gururlanamamışlardanız. Bu noktada hemen teknoloji girer devreye. İnternetin, özellikle de google'ın hayatımıza girmesinin en büyük avantajı nedir? Meraka hizmet etmek, bilmediğine ulaşabilmek değil midir? Ki bence öyledir. Arama motoru kullanma özürlü tanıdıklarım çoktur. Arkadaşına sorarcasına bir cümleyle google'a danışan mesela. Arama kısmına özneli, yüklemli, dil bilgisi açısından çok da başarılı soru cümleleriyle saldırılarının sonucunca, garibim google hemen "bunu mu demek istemiştiniz?" savunmasıyla gelir. Bu süreci atlatarak ali desideronun sözleri bulunur. Karşımızdaki ekranda bir makale, gittikçe gidiyor. Kızım bu şarkının ali desidero dışında hiçbir cümlesi tekrar etmiyor. Eş zamanlı şarkı çalınarak, sözler takip edilir. Ve sonunda şu sonuca varılır: Ali Desidero şarkıların kralıdır, Ali Desidero bir ekol, bir idol, bir masaldır. Türk müzik tarihine böyle bir şarkı bir daha gelmez, gelemez. Bizim ali pişpirik oynar, mfö dinler, maç seyreder ya hani, haklıdır Ali, dinlenir MFÖ yani. Şarkı sadece Ali'nin hayatı ve abayı yaktığı kızı anlatmanın dışında genelde alışık olduğumuz aşk şarkılarının bir hayli dışına çıkar. Ali'nin kız feminist ve entel takılmakta olup, optimist hem de pessimisttir biraz. Tabi ununtmadan idealizmi de savunmaktadır. Gel gelelim şarkının hayatımıza soktuğu en güzel kavram olan idiotlojiye. Her dinlendiğinde idiot, idiot..idiotloji diye bağırmaya insanı teşvik eden bu muhteşem felsefe, değişik bir psikoloji olarak adlandırılıyor. Şarkının ikinci can alıcı noktası, kızın kahvenin önünden geçerken Ali'nin açtığı MFÖ'yü duyup bayılacak gibi olması, akabinde Ali'nin kızın elinden tutması ve evet beklenen an; Ali'nin kıza bir klark çekmesi ve kahvedekilerin Inının demesi ınının ınının ınının, ınının ınının ınınınıııın. Sonrasında kızla Ali'nin diyalogları. Kayıtta bir kız tarafından seslendirilen bu kısım konserde dinleme şansına sahipseniz, Özkan tarafından söylenen "ay nasıl olur ben sizi hiç tanımıyorum ama, hem konu komşu ne der sonra merci giderim tek başıma"nın ne kadar şahane olabileceğini size göstermiş olur. Kızın Ali'yi sınama soruları, luther diyor kız machiavelli şampiyon biziz diyor ali attığımız gollerden belli ile aralarındaki uçurumu belli edecek, fakat yine de, nedense kız Ali'deki şeytan tüyünün farkına varacaktır.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Türk kızı kullanma kılavuzu vol:1


Sakat bir konunun giriş cümlesi. 25'e yaklaşmakta olan yaşım kadar deneyimlediğim Türk kızı olma konsepti...Bu ırkın içinde bulunduğu Akdeniz insanı artı Türk insanı olma hallerinin doğurduğu bir takım sonuçlar. Karşı cinse karşı tutum, hal, hareket ve davranışlar. İlk önce Türk kızının en büyük silahıyla başlayalım. Gözyaşı. Evet, bu cins daha çocukluktan itibaren istediklerini almanın bir yolu olarak ağlamayı benimsemiştir. Oyuncakçıda gördüğü bir barbie için annesine, markette istediği bir çikolatayı elde etmek için babasına, tokasını çeken kıl sınıf arkadaşını cezalandırması için öğretmenine kullandığı bu mekanizma, yaş ilerleyip de ilişkiye geçiş yaptığında sevgiliye karşı kullanılan yegane silaha dönüşecektir. Gözyaşı power diye adlandırdığım bu sistem, zor anlarda son başvurulan çözüm olarak karşımıza çıkar. Bir kavgada, dargınlıkta, küslükte Türk kızı hemen açar muslukları. Karşındaki dayanamaz, kıyamaz olursa sana tamam, olay çözümlenmese de kapanır. Kapanmasa da rafa kaldırılır, geçici bir süreliğine. Fakat karşındaki sistemi çözmüşse, az biraz kafası çalışıyorsa sistem çöküşe geçer, işlemez. Bu noktada Türk kızı ikiye ayrılır işte, bezelye beyinli model error verir. Ne yapacağını bilemez, tek kozu elinden alınmıştır, sen beni sevmiyorsunla kendini kurtarmaya çalışır ama bilmez ki zaten girmiş olduğu bataklıkta iyice batar. Kafası çalışan ikinci model ise olayı idrak eder, muslukları kapatıp, doğru kullanıldığında en büyük silahı olan çeneyle işi halleder. Türk kızının konuşma kapasitesi, uzun ve dolaylı anlatımları, betimlemeler ve kinayelerle süslendiğinde karşı taraf için yıpratıcı bir etkiye sahip olur. Genelde üç beş cümle ile kendini ve derdini anlatmaya alışık olan erkek modeli bu noktada öldürücü olmasa da bayıltıcı vuruşu almıştır.
Türk kızı rockçısından, gotiğine, alternatifinden, enteline her ne kadar karşı gelse de; çevre baskısı, aile sancısı ve hormon ağrısının bileşiminden belirli bir yaşta evlilik olayına giriş yapmaya başlar. Sadece düğün seramonisini yaşamak adına bile kendini olaya ısındırır. Hele de bunun tanıdıkları, akrabaları, en fenası da en yakın arkadaşları evlenmeye başladıysa vay haline. Hali hazırda bir ilişki içerisindeyse gerek satır aralarından gerekse direk biz ne zaman evleneceğizden girer konuya. Sevgilinin koca adayına dönüştüğü bu süreç iki taraf içinde eziyetten farksız, sonucu, sebebi havada kalan bir olaya dönüşür. Karşı taraf da aynı fikirlere sahipse zaten ortada bir sorun yok demektir, e zaten karşı taraf bu fikirde idiyse Türk kızının beyin yemesine ihtiyaç kalmadan, bir yastıkta kocanma süreci start alır.
Bu cinsin en başarılı olduğu bir diğer konu ise dırdır kapasitesidir. Her konu üzerine, dur durak bilmeden söylenmek, karşı taraf için bir süreden sonra sadece fondaki gürültü haline gelecektir. Bu dırdır işi öyle pis bir şeydir ki, ancak olayın dışında olup da gözlemlediğiniz zaman ne kadar korkunç boyutlara gidebileceğini idrak edebilirsiniz. Sokakta arkanızdan yürüyen bir çift, kafede yan masada oturan bir çift, yakın arkadaş çiftte gözlem şansı bulunabilir. Bazen dönüp de; arkadaşım allah aşkına sus, yedin çocuğun beynini deme isteğini hissettiğinizde, anlayacaksınız ki kız dırdırı felaketlerin en kötüsüdür.

4 Mayıs 2010 Salı

Pilim güneştir benim


Mayıs geldi ya şimdi, ben, bir yaz çocuğu olarak sevinmeye başladım. Enerjisini güneşten alan, hava ısınıp ısınıp kaynasa bile suratında salak bir tebessümle oley sıcak, oley güneş, yaşasın yaz diyen hallerim gelmekte. İstanbul'a taşındığımdan beri yazın sadece deniz, güneş, tatil olmadığına idrakım, şehirde de yazın güzel geçebileceğine olan inancım bu sene de yerli yerinde. Ankara'da yaz durgundur, Ankara'lı toplar tası tarağı tatile, yazlığa gider yazın. Boş kalır şehir, sokaklarda azalır insan. Ne zaman ki tanıdığın insanlarla karşılaşırsın -ki Ankara'da tanıdıktır genelde herkes- o tanıdık insanları normalden daha esmer görmeye başlarsın, ne zaman ki yavaş yavaş çoğalırlar; o zaman anlarsın ki yazın sonu gelmiş, tatil bitmiş artık. Yapacak şey azdır yazın Ankara'da, gerçi kışın da çok yoktur ama..Beklersin yazın Ankara'da. Gidenlerin dönmesini, okulun açılmasını, işin başlamasını, kışın gelmesini. Ankara'da beklersin, çünkü Ankara geçmez insanın boğazından kuru kuru, arkadaşlar gerekir, su olur yutturur sana şehrini. İstanbul'da yaz başkadır ama, gidenler gider yine ama şehir uyumaz, beklemez dönüşleri. Nemli, ıslak devam eder yaşamaya. Uyana. Sokaklarda yaşamaya devam eder insan, sigara yasağı koymaz olur artık bu mevsimde. Söylenir arkadaşların yanında aman da ne sıcak diye, yok dersin sen, yaz çoçuğu, iyidir sıcak iyidir. Caz gelir, müzik gelir, festival olur, konser bitmez İstanbul'da. Atlayamazsan da oturabilirsin denizin kenarında, bakarsın, belki bir kitap açarsın, belki bir şarkı. Ankara çocuğuna çok şey demektir bu. Sevinir hala Ankara çocuğu vapur gördüğünde, martı gaklaması duyduğunda. Oturduğunda bir parkta, bankta, bahçede; görebiliyorsa denizi, ulan der iyi ki geldim İstanbul'a.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Bize ne olur dersin?


Pazartesiden başladık şarapla, salıdan devam ettik birayla, çarşamba sabahı süt. Fazla mesai yapan bir karaciğer, ama yetti artık yani diyen bir böbrek, daha da, daha da diyen bir id. Birleştirelim hepsini, işte içinde bulunduğum hal. Dün kızlarla buluştuk, yok artık o da mı evleniyormuş, ne ne ne doğurmuş mu, e çüş ama, gelinliğini gördünüz mü rezalet, kırmızı kuşak da taksaymış bence, kocası da amcam yaşında, e peki oğlum biz kaldık mı böyle ne dersiniz? Yok canım daha erken ki, yani, yaşımız, küçüğüz biz, sanki, ama, zaten istemem ki, kendime zor bakıyorum ki ben, benim hayatımda değişmez ki bir şey, görürsünüz ben evlenicem onla, ben memnunun halimden, hem evlenip napican, ben nefret ederim çoçuklardan, deme öyle çocuk candır..Neyse yani bakalım işte erken ya daha erken, yaşımız ne ki? Biz çıkamazken bu çemberden, anlaşıldı iyice arkadaşlar iyidir, sevgililer gereksiz, anılar taze, hikayeler aynı, geçmiş uzak, uzak yakın, yakın benim değil. Yakın benim olur mu? Yakın benim olsun mu? Eve gidince pikap açılmış dün sonra başka bir grupla, ama hep aynı plak dönmüş içinde, "How does it feel?" demiş Bob Dylan ben cevap vermişim içimden, yani diye. Bir de biletleri kaçırdık tabi konsere...

27 Nisan 2010 Salı

Could it be love?


Ya eylüldü ya ekim, ayıp tabi biraz hatırlamamak. New York'la ilk tanışmamız. New York'da sonbahar. Başka ülke, başka şehir, başka kültür, başka insan değil orası, orası başka bir dünya, orası harikalar diyarı kimine, kimine sıçanlı metro durağı. Bir hafta sürdü bizimki,tam alıştık derken, -sevdik diyemem çünkü ilk görüşte aşktı bizimkisi- koptuk, bırakmak zorunda kaldık. Tek başına gecenin bir saati korkmadan metrolarda gezerken, nerede olduğunu bilmeden sokaklardan geçerken, empire state of mind'ı New York'da dinlerken, var mı lan ötesi derken. Sigara içmek için sokağa çıktığında tanımadığın insanlarla muhabbet ederken, ve alıştığın garip, yılışık yazma durumlarına maruz kalmazken, sabahın köründe Mets'e gidip tek başına gezip, dolaşıp, büyülenip, hayran kalırken, dışarı çıkıp 2 dolara hot dog kapıp merdivenlerde oturup yerken, sonra bir zenci gelip de New York, New York söylemeye başladıysa, ve güneş vurduysa tam da o anda yüzüne nasıl olur da aşk olmaz bunun adı söylesene. Ben yaşarım ki burada dediğim, taşınırsam evimi nerede tutacağıma şimdiden karar verdiğim şehir New York. Nereden çıktı bugün New York, donut aldım kendime, kahve yaptım yanına da kahvaltı olsun diye, bir baktım ki I love NY kupası, arkadan ezan sesi mi girermiş camdan,olsun..

26 Nisan 2010 Pazartesi

Sabah kahvesi



Masal degil kizim artik kabul et, yok yasayamayacaksin bir tanesinin icinde. Oyle dusundugun gibi olmayacak hic seni bekleyen. Gercek uymayacak sandigina. Cesaret edemeklerine baskalari da etmeyecek iste anla artik. Olmayacak tutup da kolundan seni cekecek bir el karsinda. Eksik kalacak duymayi umdugun film replikleri. Hep monolog kalacak kafandakiler. Yok iste anla izleme daha fazla film, gorme. Yoksa kurmak zorunda kalacaksin o klise bunlar sadece filmlerde olur cumlelerini. Filmler olmaz sana, gelmez. Disinda birakir, cekip de alamaz icine. Sen kalirsin orda idrak et artik. Degistir, duzelt, yola sok artik. Sen ol biraz, bul biraz. Bil biraz. Danisma kimseye, danisma sonunda yine bildigin halti yiyecegini bile bile. Var ya hani o buldugun ufak cesaret anlari, bulma iste kizim artik onlari, bulsan da uyma. E hadi uydun ya yine. Bilirim uyarsin cunku. Uydugunda da bekleme masal olmaz, roman olmaz bundan, is cikmaz burdan sana be canim. Okuma daha, yazma baska sen olmayacak adi hic bir zaman o sayfalarda yazan, sen olmayacaksin o cumlelere konu olan. Sen bekleme artik lutfen bekleme ki olmadiginda sonmesin balonun hani su kafanin uzerinde gezdirdigin. Bekleme ki patlamasin pof diye, sonmesin yavas yavas piiis diye. Hadi uyan artik, hadi yumma gozlerini daha fazla, devam ettiremezsin bu bilincinle o bilincaltinin soylediklerini. Uyandin artik kalk yerinden de git bir kahve yap kendine. Acilirsin belki belli mi olur...   

20 Nisan 2010 Salı

Salı Sallanması

Aileye katılan yeni bireyin heyecanı, Bostanlı sahilde pazar kahvaltısı, içimden sürekli söylediğim İzmir'in dağlarında çiçekler açar marşı, İstanbul, asit yağmuru beklentisi, güneşin çıkıp şaşırtması.. Sabah olmuş gün doğmuş arkadan çalarken, ben akşam olsa gün bitse diye beklerken. Buzluğa attığım roze soğurken, benim içim eriyip akarken, severken bazen, nefret ederken, hepsini geç beklerken, geçer mi bir salı hayatımdan? Ya da şöyle sorayım, ne getirir bana çarşamba?

14 Nisan 2010 Çarşamba

Becoming Jane


Okuduğum her kitaptan sonra ruh halim ve günlük hayat davranışlarımda ufak sapmalar hissederim. Yaşadığım zamana uyum sağlayamama sorunu çekerim, eğer kitap farklı bir dönemde geçerse. En garibi de kitabın diline paralellik göstererek içimden kurduğum düşünce seslerinin dili değişir. Kafamdan o kitabın dilinde cümleler kurduğumu farkederim. Bu aralar da Jane Austen'dan muzdaribim. İki yüz yıl kadar öncesine gidip Mr.Darcy ile bir münasebet kurmak istememin dışında, bir kibarlık geldi cümlelerime. Sanki bir mektup yazsam şimdi birilerine öyle bir dille olması gerekiyor. Çok değerli arkadaşlarımın hoşsohbetiyle geçireceğim bir bahar akşamı sonrasında, şöyle korularda uzun yürüyüşler yapmak istemem gibi. Telefon çalsın diye beklerken, telefonu bu döneme nasıl oturtacağım bilmezken, bir kere görüşüp de sözlenmiş sayılmak gibi işte. 22 yaşına gelip, gelip de geçip evlenmek için geciktiğini düşünmek gibi. Yada en basiti, sokakta sigaranı yakmak için ateş aldığın birine, "bu nazik, kibar ve centilmen hareketiniz karşısında ne kadar memnuniyet duyduğumu sizlere belirtmekten mutluluk duyarım" demek gibi. Demedim tabi, demem. Demem deli derler.

12 Nisan 2010 Pazartesi

mr big?



Sex and the City kadınlarıyla büyümüş bir kuşak olarak, hala her tekrarına denk gelişte sevinen bir ruh hali içinde kalarak, filmin ikincisini heyecanla bekliyoruz. ha ilkini çok mu sevdik hayır ama bıraktığımız yerden sonra neler olmuş merak ettik. evet bizim için hala finali gerzek bir evlilik yerine pariste "Carrie you are the one" denilen altıncı sezon finali olarak kalsa da senelerimizi verdiğimiz dört karakter ne yer içer, ne giyer, kimi sever, kimden vazgeçer bilmek en doğal hakkımız. Sex and the City kadınları -birazcık da olsa teyzeleri oldu artık -Mayıs 27'de vizyona girecek. Trailerdaki sürpriz isim Aidan, bu filmi daha zevkli yapacak gibi gözüküyor. Sex and the City'nin altı sezonu kafamıza biraz da olsa bak tek bir insan var senin için, öyle takıl, gez, başkalarını bul nişanlan, evlencem de sonunda aynı adama dönersin fikrini aşılamış olsa da, bir Mr. Big ne kadar Mr.Big kalır? Yoksa bir yerden sonra aman bizim John işte hissi verir mi bünyeye?

ilk tıkırtısı klavyenin

ben eski kafalıyım biraz. ben yazarım, evet çok hem de; ama paylaşmam, ama okumam ama okutmam. kendimi bildim bileli hep bir defter olur hayatımda, ama açıkta durmaz dolap diplerine çekmece altlarına saklanır hep, niyeyse? Küçükken aşk yazardım, bana bunu yaptı, onu şurada gördüm bugün diye, sonra büyüyünce açar okurdum, gülerdim, ne komikmişim derdim. başka bir şeyler yazardım, daha da büyüdüğümde yine komik gelecek. Sonra değişti, sonra dedim ki bunun için yazı mı yazılır, çünkü farkettim ki sadece üzgünken kalem kağıt gelir olmuş aklıma. Normal şeyler yazmak istedim, e dedim ben bunları paylaşırım o zaman, dolaba, çekmeceye sokmaya gerek yok.
Dur dedim bir blog açayım kendime, oraya yazayım, defter ama dursun hala dolapta çünkü lazım olur o hep. Ama kimseye de söylemedim bu blogu, aramızda kalsın; dedim ya ben eski kafalıyımdır biraz...