27 Eylül 2010 Pazartesi

Sağlık Skandalı ya da Uğur Dündar Bonesi


Bizim kadar Allah'a emanet yaşayan millet çok yoktur herhalde Dünya üzerinde. Türk olmanın en önemli özelliği her durumda "Bize bir şey olmaz." diyebilmektir galiba. Başka ülkelerde ortaya çıkan bulaşıcı, salgın hastalıklar, büyüklüğüne ve şiddetine göre nüfusu etkilese dahi, aynı şey bu ülkede aynı sonucu vermiyor. Tabiki ırk, mevsimsel faktörler, genetik bir takım özelliklerin yanı sıra, bu durumun en büyük sebebi milletce yarattığımız bize bir şey olmaz sinerjisidir. Bu Secret falan gibi şeylere hiç inanmasam da, eğer gerçekse, en büyük kanıtı Türk toplumunun evrene yaydığı bu secret olmalıdır. Atın ölümü arpadan olsun zihniyetiyle HIV pozitifli hayat kadınlarıyla yatma isteklisi Türk halkı; kendine bir koruma kalkanı geliştirmiş olup, nasıl olduğu belli olmayan bir sistem içinde de bunu çalıştırmayı başarmıştır. Hastabakıcıların doktorculuk oynadığı, tornacıların protez ürettiği nadide ülkemde, sağlık herkesin el atabileceği, baka baka öğrenip başkalarının üzerinde pratik edebileceği bir alıştırma- uygulama konusu olarak görülmektedir. Çoğu hastanenin aciline bir gözün elinde ya da böbreğinde bir bıçakla girmediğin sürece acil vaka olarak adlandırlımayacak ve geç canım sen otur biraz şurada muammelesi göreceksinizdir. Ben gördüm oradan biliyorum. Gıcık hemsireler, ülkenin her yerinde mesleklerini standart gıcıklık seviyesinde tutmak için büyük çaba sarfetmektedir.
Bir de nedense - en azından bizim evde- doktor ölümden önceki son çaredir, son ana kadar gidilmesine gerek duyulmayan bir mercidir. Babam zaten ortopedi alanında tahsil yapmış olup her türlü kırık, çıkık ve burkulmanın lasonil artı sargı bezi ikilisiyle düzeltileceğine inanır ve mükemmel diş hekimliği bilgisiyle de 20 yaş dişinin iltihap yapması ve konuşulamayacak duruma gelinmesi karşısında da "O öyle batar batar çıkar, geçer oynama." kafasındadır. En son apar topar hastaneye kaldırılışım bundan beş sene önce olup böbrek taşı sebepliyken bile, kendisi yok böbrek taşı değildir sen dayanamazsın onun acısına yorumuyla üroloji alanındaki bilgisini de ortaya koymuştur. Neyse bu vakada ben sedyeleri yırtarken ve avaz avaz ağlarken, gelen hemşireye lütfen bir şey yapın ölücem şeklinde yaklaşmamın sonucu elimizde sihirli değnek yok ya bekle accık şeklinde yaklaşmasıyla, o sihirli değneği senin münasip bir yerine sokarımla başlayıp hastaneyi inleten ana avrat düz gitmelerim sonucu, böbrek taşı sancısına bir de annemin ağzımı kapatmasından kaynaklı nefes darlığı eklendi. Hemşirelik mesleğine duyduğum saygıya hayatımın geri kalan süresi boyunca tek bir yorum yapamayacak olmam da bu yüzdendir.
Sağlık raporu da bir diğer güzide konudur. Süreç şu şekilde gelişiyor. En yakın sağlık ocağına gidiyoruz. Merhaba ben rapor alacağım diyoruz, bekle şurda adını söyleyip çağıracak doktor diyor bir teyze. Sonra doktor bağırıyor sen giriyorsun, gerisi şu şekilde;
- Merhaba, kolay gelsin
- Merhaba, ne lazımdı?
- Sağlık raporu alacaktım ben?
- Neden?
- Okuldan istediler.
- Tamam, sağlıklı mısın, var mı bir şeyin, hastalık falan?
- Yoook
- Al bakalım, hadi hoşçakal
- ?!?!?!?!?!
Budur, bu kadar güveniyor işte adam hastasına. Okumuş kaç sene, TUS'uydu ihtisasıydı derken bana soruyor, bir de lafımı onaylayıp imzasını atıyor. Türk tabiplerine emanet ediyorduk değil mi kendimizi?
İşin hastane kısmından bir önceki safhasına bakacak olursak; milletçe yediğimiz çer çöpe rağmen hala hayatta olmamızın dışında, türümüzü devam ettiriyor olmamız da takdire şayandır. Bu yolda saçını, sakalını ve hatta tenini beyazlatan Uğur Dündar artık yıpranmış ve "Gıda Terörü"yle uğraşmaz olmuştur. Arena'yla büyüyen çocuklar olarak, pastanelerin, ekmek fırınlarının, sucukçuların, hormonlu domateslerin iç yüzünü bilmemize rağmen, benim aklımda en çok kalan Güney Afrika'dan muz kabuğuna binerek Türkiye'ye seyahat eden hamamböceği olacaktır. Arena'nın yanında Ankara'da TED'de okuyan bir çocuk olarak da poğaçanın en makbulünün en pisi olduğunu ilkokul üç sularında Manolya pastanesinin ustasının önlüğünü gördüğümde idrak etmiştim. Uğur Dündar hala boneydi, galoştu derken bu gıdalarla beslenerek milletçe bağışıklık sistemimizi çok pis güçlendirip, öyle dandik mikroplara hasta olmamayı, mideyi bağırsağı cortlatmamayı başarmışızdır. Türk'ün mikropla imtihanı da bu şekilde farklı bir boyuta geçmiştir.

23 Eylül 2010 Perşembe

Ailesel Faktörler




Ben aslında çok komik bir evde büyüdüm, komik derken böyle herkes espriler, şakalar falan değil kesinlikle. Ailede anne tarafımın espri anlayışı gelişmiş olup, benim hiç göremediğim süper komik bir büyük hala olduğu senelerdir konuşulur. Baba tarafımın böyle taraklarda hiç bezi olmadığı gibi, ortamın çok kaynak olmasını da onaylamazlar. Fakat nasıl oluyorsa oluyor ve espri anlayışları olmayan insanların çoğu benim hayatımda tanıdığım en komik figürler oluyorlar. Benim evim eskiden sitcom seti gibiydi, her biri özel olarak tasarlanmış ve karakter özellikleri çıkarılmış birer profesyonel oyuncuydu. Ve ben gerçekten bazen salondaki koltukta oturduğumda sitcomlardaki kahkaha efektini duyuyordum, cidden. Annem ben ve kardeşim genelde yardımcı rollerde bulunurduk; fakat babam dizinin baş karakteriydi. Dizinin komik kadını Satı Teyze ve her dizide olup da her bölüm çıkmayan, genelde izleyicinin en sevdiği aksi ve yaşlı karakteri de anneanneme vermişlerdi. Ki en hakkını vererek rolünü icra eden de yine kendisi olmuştu.
Babam ekonomi, politika, Osmanlı tarihi ve kendi lise anıları dışında hiçbir şey konuşmaktan hoşlanmadığı gibi, bugüne kadar fikirlerini paylaşan, onunla aynı düşünen kimse de karşısına çıkmamıştır. En büyük dileği "Cenneti mekan padişahımız" Abdülhamit döneminde yaşayan bir subay olmak olan babam sayesinde Abdülhamit'i küçükken dedem zannederdim, o kadar tanıdık bir tipti çünkü. Babamdan ilk öğrendiğim bilgi İstanbul'u kim fethetmiştir ve kaç yılında olmuştur. Yaş 3 bu arada. Daha sonra ilerleyen yıllarda tarihe biraz merakım olduğunu anlayan babam üzerime oynamış ve bugün bile unutmadığım fakat hiçbir işe yaramayan bilgileri kafama doldurmuştur. Fakat ne yazık ki kardeşim üzerinde aynı etkiyi yaratamamış, Abdülhamit resmini gösterip de bu kim oğlum dediğinde Nasrettin Hoca cevabını alarak, kendisi üzerindeki emellerinden vazgeçmiştir.
Satı Teyze'ye gelirsek kendisi haftada bir eve gelen, bizimle muhabbet eden, televizyon izleyen, canı isterse de temizlik yapan evin en eğlenceli karakteridir. Okuma yazması yoktur, ama nasıl başarıyorsa herşeyi halledebilir. En belirgin özelliği korkunç derecede cırtlak ses tonu ve sadece bağırarak konuşmasıdır. En sevdiği konu da dekorasyondur. Fakat Satı Teyze dekorasyonu sadece objelerin yerini değiştirerek değil, yenilerini yaratarak yapar. Kendine has bir tarzı ve akımı vardır, büyük ihtimalle de bu akımın ilk ve son temsilcisi olarak kalacaktır. Annemin seramikten yaptığı çanağın içine nerden bulduğunu anlamadığımız samanları koyup, üzerine seramik ördeği yerleştirip, yanına da her sene balkona yumurtlayan güvercinlerden birinin yumurtasını alıp koyarak, ördeğin boynuna bir hediye paketi rafyası dolamış ve ciyaklayarak bizi çağırıp bakın ne yaptım diye göstermiştir kendisi. Hayatta en nefret ettiği insan Melih Gökçek'tir. Hayatımda hiç kimseden duymadığım orjinallikte küfürleri edebilen insan da yine kendisidir.
Ve anneannem, ve dünyanın en komik kadını. Fena halde Leman. Gençliğinde inanılmaz güzel olan, Kim Novak'a benzeyen, sütun bacaklı, uzun boylu bu hatun Saadet olan adını tipine ve sosyetesine yakıştıramadığı için kendine küçüklüğünden beri Leman dedirtir. Dünya üzerinde yaşayan canlı olan hiçbir varlığı sevmez. Buna kendi annesi, babası, kocası, çocukları ve torunları da dahildir. Kimseye koymaz ama bu durum çünkü yakışır kendisine. Evden dışarı adımını atamayacak yaşa geldiğinde bile düzenli olarak eve kuaför ve manikürcü çağırır, saçlarını boyatır perma yaptırırdı. Doğum tarihi her zaman şaibeli olan anneannem bununla ilgili her durumu Üsküdar yangınında bütün nüfus evraklarının yanmasına bağlar. Gazetelerde gördüğü her yeni ürünü ister, kimsenin bilmediği ne varsa haberdar olur. Beğendiği ürünleri gazeteden yırtar cebine sokar, ve annemden talep ederdi. En son kırışık karşıtı, gençleştirici bir krem talep edip de, ki yaşı 80-82 arasındaydı, on yıl gençleştirdiğini söylediğinde annem dayanamayıp "Ne yani anne 70 mi göstermek istiyorsun, bu mu hedefin?" demiş ve anneannem tabiki yine hepimizden nefret etmişti. Kansızlıktan dolayı çok üşür ve evin içinde garip bir hırkamsı/montsuyla otururdu. Malzemesi Atatürk'ün başındaki kalpağa benzer birşey olduğu için, bu durum anneanneme "Atatürk Kocatepe'de" sıfatını kazandırmıştır. Annem ve teyzem tarafından "Kod adı:Leman" diye adlandırılan anneannem vefatından iki hafta kadar önce yaşlı bakım evine geçti, -huzurevi demiyorum, çünkü anneannemin olduğu yerde huzurdan bahsedilemez- daha doğrusu mecbur kaldı. Ziyaret edip en son gördüğümde de "Ben Leman ablayı çok seviyorum, sen de beni seviyor musun?" diyen demanslı bir teyzeye "Ne yani seni sevmek zorunda mıyım ki ben, niye seveyim ki seni?" diyerek insanın yaşlandığında huyunun hiçbir şekilde değişmediğini gözüme soktu. Şimdi gittiği yerden bunları yazdığımı görüyorsa eğer kesin yine tiksiniyordur benden, dudağını büzüp pis bir bakış fırlatmıştır. Evet anneanne ben de seni çok seviyorum.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Bir Yazlık Çocuğunun Dramı


Eskiden yazların bitiş tarihi, okulun açılma günüydü, yazlıktan daha erken dönmüş olsan bile... Sabahın köründe kalkıp lacivert eteğini, beyaz gömleğini giydiğinde, "Kızım kahvaltı etmeden çıkılmaz"'ı duyduğunda bitmiştir tatil. Aramıza hoşgeldin. Yazlık çocuğu için dünyanın en acı durumudur bu. Daha bir hafta önce kıçında mayon, altında bisiklet; gündüz denizde, akşamda nedense gazino diye tabir edilen markette sürdürdüğün yaşantın elinden alınmış, sırtına çanta, altına da okul servisi verilmiştir. Dünyaya, okula, öğretmenine, hocana, en çok da seni bu acımasız düzene mecbur eden ebeveynlerine duyduğun isyan eylul ayında zirve yapsa da kasım sonu gibi geçecektir. Sadece senenin belirli bir zamanında gördüğün ve geri kalanında hiç görüşmediğin yazlık arkadaşları büyük değere biner. Kışlık arkadaşlarını sinir edersin. Aranızdaki geyikleri grup içinde kullanıp, esprileri yapıp tepki alamayınca da "Ya oğlum orda olsanız var ya acaip komikti, aa tabii siz bilmiyosunuz bizim Ercan var; yazlıktan..." türü karşı tarafı iyice rahatsız edecek, sizden soğutup, tiksindirecek açıklamalara girersiniz. Bu yazlık arkadaşlığı öyle bir durumdur ki bu elemanları günlük kıyafet ve bronzluğu geçince tanımama durumuna kadar gider iş.
Bunun bir üst yaş grubu yazlıktaki "abiler" ve "ablalar" isimli sinir insanlardır. Onlar basket sahası, sahil gibi daha farklı yerlerde bulunabilirler. Gece de yörenin diskosuna gidip takılırlar, küçükleri götürmezler. Mutlaka ama mutlaka bunların içinde bir akustik gitar çalan, bir ehliyeti ve arabası olan vardır. Bu ikisi olmazsa grup temelinden sarsılır ve kalanlar anneleriyle gazinoda okey oynamaya mahkum olurlar. Bunlar bir de farklı sene aralıklarıyla grup içinde birbirlerine yazarlar, çıkarlar, takılırlar. En sevdikleri şarkıcılar, yaz aşkı şarkılarıyla Ege ve Yaşar olur, dinler acıklanırlar. Üzüle üzüle yazlıktan ayrılırlar. Okul açılır sonra bunlara da, bunlar da pek görüşmez. Yaz aşkı kış aşkı olmaz, ama yaz aşkı yaşamanın fazlaca romantik hikayesi bünyeyi bırakmaz. Sınıftaki kızlara anlatılır, ayyyy der onlarda, çok tatlııı...

7 Eylül 2010 Salı

Organize İşler Bunlar



Biz çok küçük tanıdık birbirimizi, hatta belki de daha kendimizi tanımazken...
Biz çok çabuk sevdik birbirimizi, daha tam sevgiyi bilmeden...
Biz kalabalık olduk, biz kalabalıklar içinde kaybolduk. Kaç kişiyiz bilmeden...
Biz aynı sıralara oturduk, biz aynı okullarda okuduk. Biz aynı anıları biriktirdik sonuç olarak. Biz aynı şehirde yaşadık, biz aynı şehirden taşındık. Biz aynı şeylere güldük, aynı şeylere ağladık, biz aşık olduk, biz çok aptalca şeyler yaptık. Aptalca şeyler yapanları uyarmadan, devam etmelerine izin verdik. Yeri geldi kazık attık, yeri geldi kazık yedik. Unuttuk, affettik, devam ettik.
Biz arkadaş olamadık hiç, biz o aşamayı atladık hep beraber, dost desen değil...
Ailemizin bize verdiklerinin yanında, hayat hepimize bir sürü kız kardeş hediye etti. Her anında yanında olacak, her düştüğünde kaldıracak, her ağladığında elini tutacak, tamam geçti diyecek, geçmese de. En kötüyü yaşadığında da, en güzeli gördüğünde de, daha fazla dayanamayacağım dediğinde; hepsinde yanında olacak o senin için.
Yeni insanlarla arkadaş olmana lüzum kalmayacak artık, elindekiler sana yetecek. Hem niye en baştan anlatasın ki kendini yeni birine, zaten bütün süreci seninle yaşamış insanlar varken hayatında.
Hep beraber yaşadık biz her şeyi, mezun olduk sırayla; onlara süslendik, taşındık başka şehirlere sırayla; onlara üzüldük, çalışmaya başladık sırayla; onlara söylendik.
Ankara'yı yuva yaptık biz, sıkıcı bir şehri güzel bildik hep, bize birbirimizi, bize yaptıklarımızı, bize geçirdiğimiz zamanları hatırlattı diye. Biz hepimiz aynı anda konuşurken bile birbirimizi dinledik hep. Çünkü biz hep aynı anda konuşmayı severiz.
Şimdi hazırlanıyoruz hepimiz, Ankara'da buluşmak için, aynı anda konuşmak için.
Aramızdan birini gelin diye vermek için, nedimesi olmak için, kınasını yakmak için, bekarlığa vedasında sapıtmak için, ayakkabısının altına adımızı yazmak için; silik, gelin çiçeğini tutmak için, tutanın elinden kapmak için...
Tabii en önemlisi, aramızdan ilk evlenenin yanında olmak için, heyecanını yatıştırmak yerine, ondan daha çok heyecanlanmak için. Her zaman yaptığımız gibi yine her şeyin ilkini beraber tatmak için.