18 Eylül 2011 Pazar

Hüleaaayn !!!

İnsanların çocukluğunda sevmeye başlayıp, büyüdüğünde - ya da öyle olduğunu düşündüğünde- hala sevmeye devam ettiği az şey vardır. Müzik, giyim zevkin, sanat anlayışın, arkadaşların, yemek, sevgili anlayışın, içki; hepsi seneler içinde seninle beraber yol alıp, evrilirler. Ama bazı şeyler hep baki kalır. Benim için arkadaşlarım -ki bunun nedeni on yıllardır aynı insanlarla takılmam-, ve bir takım alışkanlıklarımın dışında, karikatür ve mizah dergileri olabilir. Kendimi bildim bileli, bu işe ilk nasıl başladığımı hatırlamasam bile, Leman'dan beri mizah dergilerini severim. Leman küçükken çok politik gelirdi anlamazdım. Daha sonra L-Manyak, ve benim bu olayda top nokta yaptığım ilk sayısından beri uzunca bir süre aksatmadan takip ettiğim kral dergi Lombak, en sevdiğim çizerler L-Manyak'dan ayrılmış ve Lombak'ı kurmuş. Bahadır Baruter'in yıllardır çizdiği, Fatih Solmaz'ın esprilerini bulduğu köşe adını dergiye verir. Yıl 2001, kadro muhteşem, içerik muazzam, Şerafettin, Kunteper Canavarı, Lombak, Üzeyir, Tübitak, Zavallı Polat, Hilal, Cihangir'de Bir Ev, neyse işte hala iyi çizerler arasında olan tiplerin çoğu diyelim. L-Manyak'da okumayı sevdiğim tüm çizer takımı "Neşeli Bilekler Tepesi"'nde artık. İşte bu da Lombak'ın ilk sayısı, evet hala Ankara'daki evimde dolabımda duruyor! Yani???
Hala da çıkmaya devam eden albümlerden geçmişte bolca biriktirmiş olup, cilt cilt Lombak, Şero, Kunteper, Kabız Kuğu, Robinson&Cuma gibi klasikleri yemiş yutmuş, muazzam bir argo dağarcığı geliştirmiş olup, belaltı her kavrama da aşinayımdır. Aşık Memo zamanından bahsediyorum, farkındaysanız. Neyse ben ortaokul, kardeşim ilkokul yıllarında bir yaz tatilinde zaten hatmettiğimiz bu ciltleri yine yeniden yanımızda taşıyarak götürmüşüz. Feribotla Bodrum'a gidiyoruz ikimiz de uyuyakalmışız; velhasıl sıkılan annem ulan bunlar ne okuyor acaba diye elini birine atıp, o biri de Kunteper Canavarı çıkınca afişe olduk. Neden böyle sapkınca şeylere eğilim gösterdiğimizi bugün bile anlayamayan annem hala Kunteper Canavarı deseniz ne olduğunu bilen, yaş grubunun azınlık annelerindendir. Yine ortaokul yıllarıma denk gelen bir imza gününde annemleri ve tüm albümlerimi toplayıp Ankara'da bir yere zorla bütün aile gitmiştik. Kardeşimle baya bir süre sırada bekleyip. Aha işte şu Bahadır Baruter, bak bak Kenan Yarar şeklinde gözlemlerle, tüm albümleri imzalattık. Hatırladığım kadroda Baruter, Büstün, Cüstün, Oky, Kenan Yarar vardı. Arkamda duran ergen kız, benim büyüğüm; Büstün'e gelip, ben sana aşığım falan platonik bişiler demişti de gıcık olmuştum hatta. Evet küçükken Büstün'e karşı bir hissiyatımın olması da bunun sebebi olabilir gayet. Her neyse sonra noldu Penguen oldu birileri, sonra Uykusuz oldu başka birileri; çok da iyi oldu ama. Şimdi yine full gaz giden bir ekip var; espri anlayışı Lombak değil artık, eskisi kadar uzun soluklu hikayeler yerine kısa karikatürler var tamam; ama Şero hala başımızın tacı. Eskiden sırf Şerafettin yüzünden İstanbul'a taşınırsam Cihangir'de oturucam derdim. Oturuyor muyum? Hayır. Olsun oturucam ama. Sokakta bulduğum saçma sapan tipli kedilere Şero adını koyardım, Şero'lu kupalarım hala favorimdir. Gel gelelim, bak şimdi ben bunları neden yazıyorum. Çünkü Şerafettin beyaz perdeye geliyor. Mehmet Kurtuluş yönetmenliğinde anima film tarafından, ne zaman gelecek daha bilmemekle beraber, teaserı izlediğimde, salak çocuklar gibi sevindim. Şero'nun sesini kafamda farklı canlandırmıştım ben biraz ama olsun, animasyon gayet başarılı gözükmekte. Bir bakın bakalım size nasıl gözükmekte kendisi. Aslan be, yürü Şero!

Kötü Kedi Şerafettin- Teaser 2 from anima istanbul on Vimeo.

4 Eylül 2011 Pazar

Beat It!

Bu tatilin ana fikri: Bu ikiliyi daha iyi öğren, deş, danış oldu. Süreci tamamlayınca öğrendiklerimi yazarım buraya, belki de yazmam. Yazarsam okursunuz. O zamana kadar "Ve hipopotamlar tanklarında haşlandılar" okuyabilirsiniz. Pişman olmazsınız, çok sevinirsiniz. Bence gelmiş geçmiş en iyi kitap ismi olabilir. Her dilde hem de. And the hippos were boiled in their tanks.. Und die Nilpfelde kochten in ihren Becken...

14 Temmuz 2011 Perşembe

Bana Cast'ın mı var?


Dün gördüm, bugün yazdım, yarın ve diğerlerinde şaşırmaya devam edeceğim, siz de bilin istedim. Mekan: bir yapım şirketi, cast görüşmesi, hayır konunun benimle alakası yok, gelmemi rica eden bir arkadaşıma eşliken kapı önünde üç saat geçirdim; elimdekiler bol gözlem, dehşet ve vahvah oldu. Cast çocuk oyuncu arıyor, bu yüzden etrafımızda 5-14 yaş grubu sürüyle velet var. Arkadaşım kırklarına merdiven dayadığı halde ne için çağırıldı bugün bile bilmiyorum. Bu bebeler kendi aralarında arkadaş olma, oradaki köpeği rahatsız etme, kedinin peşinden koşma, ve niyeyse az enerjileri varmışcasına bolca Cola tüketme peşinde dursun, konunun en vahim kısmı bu yavrucakların sayın velilerinde bitiyor. Çoğu birbirini tanıyor, çünkü çocukları aynı yaşlarda olduğu için hep aynı reklam ümidiyle karşılaşıyorlar, aynı zamanda hepsi potansiyel rakip. Allahın 40 derecesinde saatin öğlen ikisinde çocuklarını ellerinden tutup cast ajansına getirme ortak paydasında bulunan bu insanların, tek bir amacı var. Çocuklarını reklamlarda oynatıp, televizyona çıkartıp, daha da doğrusu üzerlerinden para kazanma. Batuhan meyve suyu reklamına çıkacak, işte bin lira falan alsa; Batuhan'ın geleceği için biriktirilen bu para; -yalan büyük ihtimalle koltuk takımı ya da beyaz eşya olarak Batuhan'a geri dönecek; evet hem de çeyizinde değil, anacığının evinde- üniversite fonu, eğitimi için harcanan, hıhı evet yedim ben de. Batuhan kendisi çok seviyor. Oyunculuk yapmaktan çok hoşlanıyor, arkadaşları okulda çok beğeniyorlar. Batuhan süt reklamıyla İrem'i tavlayacağını sana dursun, ileride multi sıkıcı bir işi olduğunda herkesle hani bir süt reklamı vardı hatırlar mısınız? la başlayan sonu hüsranla biten diyaloglara girecek. Bizim yaş grubumuzda Susam Sokağı'nın jeneriğinde sokakta koşan çocuklardan olduğunu anlatanlar gibi.

Kız çocuklarının durumu daha da içler acısı, çünkü daha çok televizyonla ve ünlü olma, manken olma, oyuncu olma sevdasıyla haşır neşir olan cinsiyetteler. Aynı Azra abla gibi manken, Hande Yener gibi şarkıcı, Justin Bieber kadar havalı bi çocukla çıkabilecek kadar da güzel! Ama nerdesin Pelinsu, annenin seni garip giydirip, saçını kuaförde gelin topuzundan hallice bir hale sokturduğu, daha yaşın on kadarken kirpiklerinde rimel, dudaklarında rujun, üzerinde de senin yaşına ananın hala nereden bulduğunu anlamadığım sırtı açık t-shirtünle gudik bi gazetenin yaz tatili okuma kitapları için sevinen gencini oynayacaksın. Okul açılınca anlatacaksın ama sen dahil hiç biriniz o yaz kitaplarını okumamış olacak. Hayatınız boyunca SBS-YGS-LGS-YDS gibi aptal sınavlara hazırlanacak, yaşıtlarınızla yarışacak, sürekli bir rekabetin içinde olacaksınız, bak Ayten Hanım'ın kızı 300 puan almış dershane denemesinden'le karşılaşacaksınız. Bunlar yetmezmiş gibi sokakta dondurma yiyip, mısırcının geçmesini beklemek yerine bu yaz sıcağında çok lazımmış gibi yaşıtlarınızla süper gereksiz bir kulvarda daha rekabet edeceksiniz, ne için annenizin sizi zorla getirdiği cast çekimleri için. Kendini tanıt diyecek birisi elinde bir handycam'le ben Batuhan altıncı sınıfa geçtim dışında söyleyecek bir şeyin olmayacak. İçeriden çıktığınızda anneniz başınıza gelecek, nasıl geçti? ne sordular? ne dedin? ee evde çalışmıştık ya hani oğlum? Ya Batuhan, gördün mü Pelinsu? Anennin koltuk takımı bir başka bahara kaldı yine. Ama evde ne güzel yapıyordu ablası, heyecanlandı şimdi tabi çocuk...

9 Haziran 2011 Perşembe

Bir Yaz Yazdım




Dört aylık staj maratonu dün sona erdi. Bu dört ayda inanılmaz fazla şey biriktirdim ve öğrendim, bunlardan en güzeli de bir sürü yeni dost oldu sanırım. Saat altıda uyanma her ne kadar sona ermiş olsa da bugün otomatik sekizde uyanıp bir daha da uyuyamamak beni çok mutlu etti, ne yalan söyleyeyim. Bugün uzun süredir ilk kez sabah uyandığımda yapacak hiç bir şeyimin olmadığını farkettim. Garip geldi. Bu sebeple balkon sezonunu açtım. Bir senedir nadasa bıraktığım, toz, kir ve lambanın patlamasıyla cam kırıklarıyla dolu olan balkonum, silinip temizlenerek kullanıma açıldı. Umarım ki önceki seneler kadar şaraplı,erikli, kirazlı, kayısılı, arkadaşlı ve eğlenceli bir sezona giriş yapar. Şimdi ben bu yazıyı, yanımda avokado ağaçcıklarım, çıkmasını beklediğim roka ve reyhan tohumlarımla beraber, trafiğin uzaktan gelen sesi ve başımı çevirdiğmde gördüğüm Dolmabahçe ve deniz eşliğinde yazıyorum. Salak bir martı gaklıyor, buna bile sinirlenmiyorum; şimdilik. Yaz geldi,sonunda, huzuruyla, dinginliğiyle, ben biraz uzaklaşacağım. Tatil ve dinlenmeye ihtiyaç sinyalleriyle. Denize atlayacağım o ilk anın muhteşemliğiyle.

6 Haziran 2011 Pazartesi

O Yeah!



Acun Ilıcalı'nın yarattığı bir karakter daha karşımızda. 3T; Taner Tolga Tarlacı. Hiç kıvırıp bükmeyeceğim, bence inanılmaz komik bi tip. Suratını her gördüğümde televizyon başında kopuyorum ve yarışmadaki favorim aynı zamanda. Bu geceki programda trailerdan gördüğüm kadarıyla yine süper saçma bir işe imza atacak. Kendisinin bir alt modeli benim bizzat kardeşim oradan biliyorum, ve 3T'ye karşı biraz daha sempati duyuyorum. Daçminnn goooşşş ağaçta galdımla gönüllerde taht kuran, tüm Türkiye'nin başı sağolsun sonunda 3T hasta oldu açıklamasıyla adını altın harflerle tarihe yazdıran, ve her bölümde ben artık gızları goruyacam tavrıyla kendini sevdiren 3T, muzu kabuğuyla çatur çutur yiyip, Ajdar'dan Çikita Muz şarkısıyla danseden, ağaçtan ağaca zıplayıp kafa göz yaran 3T, hadi lan yen şu gıcık Nihat'ı.

Okuyucuya not: Evet Survivor'ı seviyorum, çok eğleniyorum, inkar etmiyorum. Hiç öyle bunlar popüler kültürün getirileri işte efendim subculture falan anlatmayacağım, yoksa biz de biliyoruz. Communication&Design mezunuyum oglum ben, boş değil yani.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Vitesi 5'e Kafayı Sana Taktım!


Hani Kemal Sunal'ın bir tane filmi vardı. Bu dolmuşta at yarışı yada loto gibi bir kupon dolduruyor her hafta, hep kazanıyor ama hicbir zaman gidip de yatırmış olmuyor o kuponu. Sonra mafya babası, var ya hani bitane böyle bıyıklı tombik, işte bu alıyor Şaban'ı üzerinden para kazanıyor, ama Şaban kuponu o dolmuş ortamında doldurunca tutturuyor sadece, o yüzden aynı ortamı evde yaratıyorlar. Şimdi ne alaka tabi, her gün iki posta dolmuş kullanan bir insan olmam sebebiyle -gerçi İstanbul'da minibüs olabilir bunun adı ama ben Ankaralıyım- kendimi sürekli bu filmde gibi hissediyorum. Şiki Şiki Baba çalardı filmde, bir o eksik.

Sabahları saat yedide işbaşı yaptığım için altı çeyrek gibi dolmuşta oluyorum. Genellikle de bir ben oluyorum zaten, bu noktada şöförler ikiye ayrılıyor, yolda yavaşça giderek yolcu toplamaya çalışanlar, ya da dışarıda sigara içerek yolcu gelmesini bekleyenler. Ben sabit teker üstü koltukta, cam kenarı. Dolmuşu doldurmayı başaran ve yola çıkanlarda yine kendi aralarında alt kümeler oluşturmakta; hızlıca basıp giderek daha fazla tur atmak, ya da aheste aheste yolcu avlayanlar. İkinci grup kritik, büyük ihtimal işe geç kalacaksın. Bazıları var ki hele, neredeyse kapı kapı dolaşıp, günaydın biz Sarıyer istikametine gidiyoruz, gelen var mı? diyecek. Benim için iyi zamanlama trafiksiz yolda 8 sayfa kitap okumaya tekabül ediyor. Bu sayfa sayısı okuduğum kitabın türüne göre değişiyor. Tanpınar 8'i adını verdiğim bu sistem çok iyi işliyor, tavsiye ederim. Uyanmak için Gorillaz, yağmur falan Pazartesiyse biraz daha Doors sanki. O saatteki kadın nüfusundan zaten bahsetmeye gerek dahi duymuyorum. Ya da ediyim dur; 3! Dönüşte de en zevkli kısım 4 Levent-Balmumcu arası. Allahım bir yol bu kadar mı keyifli olur bir buçuk saat, bir kere söyle bir şey yaşadım; Cuma iş çıkışı, biri beni dürttü, uyumuşum ben baya çünkü, hah dedim geldim, gelmişim de anca Kanyon'a, iki saat geçmiş, dolmuşcu isyan edip bizi orada başka dolmuşa attı resmen, ben uyku sersemi baya bir idrak edemedim durumu. Üstüne bir de öbür dolmuşta ayakta gitmek zorunda kaldım, kazanılmış hakkımı baya baya kaybettim yani.

Dolmuş kavgası da baya tadından yenmez bir durumdur, yaşlı bir teyze bu senaryoda sevdiğim bir karakterdir. Bu yaşlı teyzeler bir de böyle ummph hııımmppf falan sesiyle üç saatte binerler dolmuşa, ellerinde mutlaka ama mutlaka torbalar vardır, bolca. Faşır fuşur yerleşir. Çantanın yarısı senin kucağında, torbalar ayağında, bir de büyük ihtimalle şişko olduğu için koltuğun bir buçuğunu da işgal eder bu. Ama en çok eğer sen ondan önce ineceksen ve sana yer vermesi gerekiyorsa sinirlendirirsin dolmuş teyzesini. Cık cık cık, off puff sesiyle böyle yörüngesi etrafında döner durur. Ama benim en gıcık olduğum versiyonu, cam kenarına kaymayan modellerdir. Bunlarda cinsiyet ya da yaş farkı yoktur. Yanındaki kalkar, iner; bu kaymaz. Orada öyle oturur, kaymasını beklersen de böyle yarım yamalak vucut eğimiyle sana binbir cambazlıkla oraya geçmen için yer verir gibi yapar. Geçen bir gün bir teyze böyle, genç teyze ama daha, yanı boşaldı, biz de iki kişiyiz biri ayakta öbürü de otursun hani dedik, teyzeye kibarca kayar mısınız pardon falan yaptık. Kusura bakmayın, menisküsüm var dedi. ?!? Nasıl yani? E zaten aynı pozisyonda oturuyorsun, anlamadım, ben mi bilmiyorum, menisküs dolmuşun sol yanında mı ağrı yapıyor? Bugün günlerden Cuma falan deseydi de aynı şeydi bence.

Ya böyle işte, etrafı biraz gözlemleyince, bir de niyeyse garip şeyler hep benim başıma gelince, baya hikaye biriktiriyor insan, ulan dolmuş temalı bir sayfa yazı yazdım şaka maka. O zaman bu da benden bu yazıyı okuyanlara gelsin.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Ses, Deneme, Bir kiii


Son entry tarihinin üzerinden neredeyse bir buçuk ay geçmiş, bu sefer benim suçum yok. Gerçi inat ettim normal yollarla bloguma girip, insanlar da normal yollardan okuyana kadar yazmicam, dns falan değiştirmeyeceğim diye. Kendi kendime yaptığım bir eylem olabilir, farketmez. Tutumum budur sonuç olarak. Gel gelelim neler olmuş bitmiş bu sürede...

Artık yaz geliceğe dair inancım kökünden sarsıldı. Bence gelmeyecek, bunu böyle kabullendim ve daha mutluyum, artık iklim budur, güneş çıksa da hava soğuktur. Alış dedim kendime, gerçi bağışıklık sistemim üç kereye yakın error verdi, mavi ekrana bağladım. Eskiden şey muhabbeti olurdu hani Avrupa için, ya yaşanır mı orada hergün yağmur hava soğuk, bak cennet memleketim dört mevsim yaşıyor. Hani dört la hani dört. Benim neredeyse sekiz aydır dondu bir yerlerim. En son çıktım kazak falan aldım o derece. Şu anda dahi akut sırt ağrısı, üşüme sonra bir an durup terleme gibi semptomlara sahibim.

Film festivali geldi geçti, ben bir filme bile gidemedim. Geçen sene çalışmaz dönemlerinde hafta içi sabaqh kuşağı bir sürü iyi film görmüştüm. Orson Welles'in Türkçe konuştuğu bir film de bunlara dahil, garip bir kafaydı o ayrı. Bu sene ne yazık ki iş, güç, yorgunluk derken festival bitti geçti. Suçlu hissediyorum, kabul ediyorum ayıp oldu. Film demişken Jean-Pierre Jeunet'nin Micmacs à tire-larigot. Tavsiye ederim. Can bir film. Okuduğum bütün kitaplar bu aralar mutfakla alakalı, o yüzden çok bir sözüm yok, gerçi Murat Belge'nin Yemek Kültürü böyle kütüphanede hep durabilecek bir kitap, o zaman onu diyeyim.

Bu kadar yazcam, bir buçuk ay aradan sonra kötü oldu, kabul ediyorum. Açılmamış daha klavyem, ben o zaman hastalıkla savaşayım biraz, of bu arada sigarayı bıraktım ben çok pis. Hiç içmedim daha iki ay oluyor. Alkış!

27 Şubat 2011 Pazar

12 Points Go to Turkey!



Oscar gecesi geldi çattı; hayır favorilerimi falan yazmayı düşünmüyorum. King's Speech alır baya gerçi de, buna girmeyelim. True Grit ve Winter's Bone dışında listeyi bu sene eksiksiz izledim. Ne yazık ki bu filmlerden sadece Inception'ı 35mm izleme şansına sahip oldum. Black Swan'ın ABD'de DVD'si çıkacak oldu, bizde vizyona daha yeni giriyor. Bu koşullar altında mecbur korsana ve torrent'e sığınılıyor. Kopya iyi olduğu sürece korsana çok da karşı olamıyorum. Ülkemizde iyi bir sinema takipçisi olabilmek için, yeni çıkan filmleri izlemenin tek yolu bu olarak bırakılıyor. Başka bir seçenek yok. Vizyona giriş tarihleri bu kadar gecikmese ben eminim ki bu filmleri korsandan izleyen çoğu film sever zaten beyazperde opsiyonunu es geçmeyecektir. Her neyse Oscar'larda ülke olarak yabancı film aday adayı olmaktan daha öteye ne yazık ki bu güne kadar gelemedik. Ha Oscar çok önemli ve belirleyici bir ödül mü? Bunun cevabı çokca tartışmaya açık. Ama en geçerli mertebede yer almak film endüstrisinin gelişimi açısından büyük katkı sağlayacaktır. Türk sinemasının Avrupa'da son yıllarda göstermeye başladığı başarı, Amerika'ya da yayıldığı zaman ülkemizden daha iyi işlerde çıkmaya başlayacaktır. Daha fazla ortak proje, yurtdışı desteği eminim ki iyi şekilde değerlendirilecektir.

Gelelim ülkemizin katılımcı olabildiği bir diğer platforma: Eurovision. Senelerce Avrupa'nın şaklabanı olan Türkiye, "0 points" kulaklarında çınlayan bir nesil, siyasi ve politik uluslararası ilişkileri anlamanın en iyi yolu, seninle bir dakika, petrol falan ve filan. Bu kara geçmiş en sonunda Sertab Erener'in Everyway That I Can'iyle beklenmedik bir şekilde bozuldu ve bundan sonra ülkece bir yerlerimiz tavana vurdu. Senelerce sıfır puanla çıkan Türkiye bu günden sonra 3.lüğe falan burun kıvırır oldu. İzlemesi de daha zevkli oldu tabii. Eurovision'a bu sene kim gitsinle başlayan süreç, ne giyeceğe kadar devam eder. Yarı final ardından final günü gelip çatınca, -kendimizden yola çıkarak genelleyeceğim bu noktada. Sıra bize gelene kadar ki grupları dikkatle dinleme, çamur atma, olmaz bundan bir şey, bi kere akılda kalıcı değil hiç, İngiltere çıkınca dalga geçme; ama bilme ki aslında onlar olayla çok çok fena makara yapmakta. İtalya'yı katılmadığı için takdir etmekte ve sıra bize gelmekte. Gereksiz kabaran milliyetçilik duyguları, pür dikkat izleme, rejiye sürekli küfretme, yanlış açılardan çekerek başarımızı engellemeye çalıştıklarını düşünme, salonu kollama; ilgi alaka tezahürat ne düzeyde diye. Ve bitiş. Bundan sonra yorum yorum yorum, sonraki grupları hiç sallamama ve en sevdiğim kısım olan puanlama. Allahım benim yaş 25, Bülent Özveren sabit. Bir de adını bilmediğim bizim puanlamaları veren garip maşalı saçlı sarışın abla var. İşte neler dinledik kolajında bize mutlaka, ama mutlaka haksızlık yapılır kesin ve net. Hepsi 2 dakika sabit olsa bile bizimki daha az gösterilir, şarkının en akılda kalmayacak yerinden kareler seçilir ve başarımıza çomak sokulmaya çalışılır. Sonra Bülent Özveren'in güzide yorumlarıyla puanlama, Kıbrıs'ı inatla Güney Kıbrıs diye tercüme etme, sıfır veren ülkelere sinirlenme, bunlar zaten kesin komşuya verirler, bunlar bize asla vermezler...Arada BBC'yi açıp oradaki sunucunun bütün olayla, tüm şarkılarla, kendi ülkesiyle mükemmel bir şekilde dalga geçmesini dinlemek. Alınan sonuç birincilik değilse Bülent Özveren'in geçmiş Eurovisionlardaki güzide başarılarımızı hatırlatarak buna sevinmemizi istemesi ve sanatçının yurda dönüşü. Daha haftası geçmeden seneye kim gitsin, abuk bi şarkıcının "Ülkemi Eurovision'da temsil etme gururunu yaşamak isterim" açıklaması. Sonuçta Eurovision yani, en dandik müzik platformu, ama olsun yurtdışı işlerde ülkece çok hırslanırız. Bakınız Milli maç kafası.

25 Şubat 2011 Cuma

If You Want to Be Free, Be Free...


Bir gün bir film çıktı karşıma, çok büyük bir heves göstermeden oturdum başına. 15-20 dakika geçti ve ben tamam galiba en sevdiğim filmi buldum ve şu anda onu izliyorum dedim. Harold and Maude'dan bahsediyorum. Ne yazık ki film en can alıcı noktada büyük bir senkron problemi yaşayarak izlenemez hale geldi. Daha da yazıktır ki, o dönem piyasadaki her kopya aynı sorundan muzdaripti. Ve böylece üzerinden iki sene falan geçti, zaman gitti ben unuttum Harold ve Maude'un peşine düşmeyi, ama en sevdiğim film olarak kaldı; ne acıdır ki, sonunu bilmeden. Ve geçtiğimiz ayda bu süper ikili bana kendini hatırlattı ve -thanks to .torrent- izlemeyi başardım. Sonunu biliyorum artık!

Aslında şimdi niye Harold&Maude yazıyorum; dürüstçe söyleyeyim yazacak hiç bir halt bulamadım, düşünüyorum taşınıyorum, başıma gelen enteresan bir şeyde yok, ama yazasım var, hadi dedim bu ikisine nasip olsun. Yoksa bugün pişirdiğim ekmeklerin tarifini yazıp, blogu teyzeye bağlayacaktım. Harold & Maude 1971 yapımı Hal Ashby yönetmenliğinde bir Amerikan filmi. Hal Ashby'nin ikinci filmi, abi daha sonra Being There'i çekmiş zaten; buradan da Peter Sellers'a saygılar... Her neyse film kara komedi nedir diye sorana al iste budur denilebilecek kadar kara komik. Harold 17 yaşında, zengin, mutsuz, baya garip ve hobileri arasında intihar etme girişimleri, tanımadığı insanların cenaze törenlerine katılma gibi hareketler var. Maude'da 80 yaşında, hayat dolu, mutlu ve tabii ki bir o kadar garip bir teyze. Bu da nü poz vermek, araba çalmak ve yine cenaze törenlerine katılmak peşinde. Zaten ikilinin yolları da bu ortak hobileri sayesinde keşisiyor. Hayattan tiksinen genç Harold, hayat fışkırtan Maude sayesinde mutlu sayılabilecek bir gence dönüşüyor. Ve garip hobilerini bir arada sürdüren ikilinin arasında bir süre sonra aşk doğuyor. Ben garip insan aşklı filmlerden tiksinirim, hele böyle yaşlıların aşkı filmleri midemi kaldırır, ama bu film çok ilginç bir şekilde, neden hiç anlamadım ama insana huzur veriyor. Filmin harika destekleyici karakterleri de var Harold'ın annesi, ki bu kadın zaten Harold'ın intihar girişimlerinin başlıca sebebi, ama hiç birini kesinlikle sallamamakta, Harold'ı evlendirmek, ve normal bir insan olmasını sağlamak gibi bir misyonu var, fakat başarı oranı bir hayli düşük. Aynı zamanda Harold'ın asker amcası da bir diğer garip.

Ve oha nasıl unuttum, filmin müziklerinin hepsi Cat Stevens'a ait, ki kendisi o zamanlar daha İslam'la tanışmamış adı Yusuf olmamış yirmili yaşlarda bir genç. Film boyunca bir çok kez If You Want to Sing Out, Sing Out çalıyor, çünkü gerçekten bu filmi en iyi anlatabilecek şarkı bu. Bir de fragmanını koyuyorum ki tiplerini görerek okumak daha iyi olur diye, bir de Harold'ın o müthiş mimiklerini görün diye. Tabii beğenirseniz izleyin diye, ama sakın izleyip de aman da en sevdiğim film oldu benim bu demeyin, çünkü bu benim en sevdiğim film ve sevdiğim şeyleri paylaşmaktan hoşlanmam.

8 Şubat 2011 Salı

Başla Reis!


İlk kez bir kitap yazısı yazıyorum, kitap eleştirisi falan değil. Tamam okurum ama eleştirebilmek başka; hele konu Nazım'sa. Benim küçüklüğüm annemin kütüphanesinde geçti. Barbie seansı bitince orada oynamak en büyük eğlencemdi; yüzlerce kitabı okuma yazma bilmediğim yaşta kendi kendime küçük kırmızı kalpleri yanyana dizerek organize ederdim. Herhalde oradan kalmış hala okumayı en sevdiğim yayınevi Can'dır. Okuma yazmayı söktükten sonra organizasyon işini yazar isimlerine göre yapmaya başladım, en çok aklımda kalanlar da Atilla İlhan ile Nazım Hikmet'ti. Kafama göre bazı kitaplardan açıp okuduğum sayfalar, yerini yaşım ilerledikçe okuyup sevdiğim yazarlara bıraktı. Kütüphane de benimle birlikte büyüdü, rafına sığmaz oldu. O kitaplığın büyüklüğü annemin çocukluk ve genç kızlık yıllarında tam bir asosyal olduğunu düşünmeme sebep olsa da, hala en vazgeçilmezimdir.

Nazım Hikmet'le ilk tanışmam böyle oldu; ama onu okumak için bekledim, acele etmedim, anlamak istedim, ona biraz geç kaldım belki ama Nazım'ı anladım. 20 yaşımda annemin hediyesi bir kitabıyla tanıştım onunla, ve her Nazım'la tanışan gibi gerisini getirdim, mecburdum aslında; çünkü anladım ki anadilimin tüm nimetlerini en başarılı şekilde kullanan kalemle tanışmıştım. Hayran kaldım; yazdığı her cümleye, yaptığı her betimlemeye. Türkçe'nin ne kadar kıvrak, güzel, yaratıcı ve estetik bir form alabileceğini gördüm. Duvarımda posteri, Vera'sıyla bir fotoğrafı ""Şehrime Ulaşamadan Bitirirken Yolumu/Nazım ve Vera Moskova’dan İstanbul’a" sergisinden, Bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende diye devam eden, güzel aşık olan adamdan,
"ah benim sevdasında bencil; ama yüreğinde sağlam sevdiğim.
aklıma gelişini seveyim; ne güzel darma duman ediyorsun beni." diyebilen adamdan. Ülkesine dönmek için ölmek zorunda olan adamdan... Gelelim bu yazının konusuna; Nazım Hikmet Büyük İnsanlık; Kendi Sesinden Şiirler. Kitap Ocak ayında Yapı Kredi ve İş Bankası Kültür Yayınlarının ortak çalışmasıyla çıktı. Nazım ülkesine sesiyle döndü.

1961 yılında Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Paris'te bir araya geliyorlar ve Bedri Rahmi, Nazım'ın kendi sesiyle okuduğu 56 şiiri kaydediyor. Daha da güzeli, o dönemde yasaklı olan Nazım'ın sesinden önce Bedri Rahmi kendi sesiyle "Mor" şiirini okuyor. Kitaptaki cümleyle "adeta kendi sesini Nazım'a siper ederek." Kayıt senelerce Bedri Rahmi'nin oğlu ve gelini tarafından saklanıyor. Tam 50 sene, ve sadece bu bant kaydı değil aynı zamanda Nazım'ın annesi Celile Hanım tarafından yapılmış bir portre de ortaya çıkıyor. Bu kayıt Bedri Rahmi'nin eserlerini yayınlayan İş Bankası Kültür Yayınları'na teslim ediliyor ve yayınevi Nazım'ın eserlerini yayınlayan YKY ile işbirliği yaparak bu kitabı ortaya çıkartıyor. Çok da güzel bir işe imza atıyor. Kaydın bir diğer önemi de şimdiye kadar hiç yayınlanmamış iki şiiri de ortaya çıkartması. Banttaki ses çok iyi temizlenmiş, Nazım berrak, parlak yanıbaşımızda, şiirlerini okumak bir zevk, bir de onun sesinden dinlemekse bambaşka...
En sevdiğim şiirlerinden biriyse, biraz da adımın Deniz olmasına istinaden, bu kitapta, bir de Nazım'ın sesinden...

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.


"Ve Nazım Hikmet sorar: Başlayayım mı Üstad?
Bedri Rahmi yanıtlar: Başla Reis!"

30 Ocak 2011 Pazar

Sen & Ben İçimde

Bu yazıya başladım, ben, yarıladım uzattım ama sonra istemedim, benim olan bana kalsın istedim, tek tek bütün Duman konserlerimizi bu kadar seneler boyunca sana söylediğim şarkıları, bize uyan, uymuş olan sözleri yazdım, çizdim, hayal ettim... Sonra sildim, benim bildiğimle, senin bildiğin yeter bize dedim. Kaç Duman albümü eskittik, kaç yılı geride bıraktık, kaç şarkıyla aşık oldum ben sana, kaç şarkısıyla küfrettim, kaç şarkısını birlikte dinledik, kaçında sarhoş olduk. Ama geriye sadece güzelleri biriktirdik. Ve sonuç olarak

Yolun ardına bakmadık yorulmadık
Bak hala burdayız
Belki delirdik de delirdik
Bak hala burdayız
Biz neler içtik neler yedik
Bak hala burdayız....
dedim ben kendime, şimdi de sana; bir de bunu istedim dinlemek, her şarkıdaki "sen", hep sen oldun diye...

Dum'a Dum'a Dum!



Duman vardı benim için, konserine gitmek duman oldu dün gece itibariyle... 25 yaş aktivitesi listemden üzülerek adını çizdim dün gece. Duman benim hayatımı, özellikle de aşk hayatımı tüm albümleriyle anlatabilecek kadar içindeydi hep hayatımın. Kasetten, CD'ye oradan da ipoda uzanan teknolojik devrimin her aşamasını benimle birlikte yaşadı bu gençler. Ya bunların adı niye dumanmış biliyor musunuz? geyiklerinden, grubun askerlik maceralarına, evlilikten, çoluk çocuklanmaya takip ettiğim bu sürecin benim için en zevkli kısmı; konser ayağı, dün gece itibariyle sona erdi. Kendimize uygun gördüğümüz dur şurası boş rahat dinleriz dediğimiz yere gittiğimizde güvenlik görevlisi "Kusura bakmayın, burası Duman Bey'in misafirlerine ayrıldı." dedi, ki gecenin en eğlenceli anıymış, bilemedik. Mecbur önlerde bir yer edindik, Otto Santral'deki Duman konserinin yaş ortalaması 17-18lere kadar düşüp bu gençler üniversite, alkol gibi kendilerine çok yeni ve havalı gelen olaylara yeni girdikleri için, enerjileri de bir hayli yüksek, konserde nasıl davranılır konusunda bilgileri yerlerde sürünmekte, çoğu İstanbul'a yeni taşınmış, ailesinden ilk ayrılığı ve çok mutlular; bunlar kaçınılması gereken insanlar.

Daha gitarın ilk akoru, davulun ilk dumunda bunlar o daracık yerde, birbirlerine sarılıp sapıkça zıplamaya, aaaa huhuhuhuhaahhhh gibi şarkıyla, melodiyle hiç bir alakası olmayan garip primitiv sesler çıkarmakta, öne arkaya doğru ama sarılma bitmeden hareket etmekteler. Bir de niyeyse bu gençler bir hayli hormonlu ve uzun boylu, tamam biz de küçükken konsere gittik, tepindik, zıpladık; bilmiyorum biz Ankara'lıydık ya belki daha edepliydik, kendini kaybetmişçesine zıplayan iki metrelik gencin dönüpte yavaş biraz demesi sonucu, tası tarağı toplayıp arkaya gittik. Kendi yaşıtlarımızı bulduğumuz barın önünde karar kıldıktan sonra, konserde başınıza gelebilecek en kötü şeylerden ikincisi konser çiftini bulduğumuzu anladık, hem de iki tane... Konser çiftleri, genelde daha yeni birlikte olan, bu da ilk yakınlaşmalı aktiviteleri olan gençlerdir. Bunlar sarılır, öpüşür, rock, metal, klasik farketmez, kızın başı çocuğun göğsünde dinlerler konseri, çevredeki herkesin aynı modda olması gerektiğini düşünürler, Mor ve Ötesi konserinde bu türden bir çiftin kızı dönüp "Şarkı söylemeyin lütfen duyamıyorum" demişti. "Git CD'sini al evde dinle" fikrimizi beğenemedi ve konser sonuna kadar 5 kızdan ciyak ciyak şarkılar dinlemek zorunda kaldı. Kaşındı, kabul edelim. Neyse dünküler baya bir garipti, bağrış, çağrış kavga edip birbirlerine girip, durup hoppa diye sarılıp öpüşüyorlardı. Konserin geri kalanını dışarda dinleme fikrimiz, yarı olupta o bütün Ottonun kapıya sigara içmeye çıkmasıyla sona erdi. Kendimizi attığımız ilk taksi ile eve döndük. Dün gece sondu, ben dün gece evet 24 yaş altı konserlere giremesin, içki içemesin istedim, çok mantıklı buldum, bir hayli destekledim. Duman Bey yaşlanıp, kemik kitleye yönelik hatıra konserleri vermeye başlayınca tekrar görüşürüz.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Can We?


Sabah yedi buçukta uyanmak istemiyorum, akşamları 12'de Külkedisi gibi uyumak istemiyorum, dirensem de uyuyakalmak istemiyorum, film izlemeden once filmin suresine bakıp, oo simdi bu bitse 1,5'da, ben yatsam şu saatte, kalksam şu saatte, yok olmaz yetmez bu kadar uyku, parabolüne kendimi sokmak istemiyorum. Sabahları sokak poğaçası yemek istemiyorum, yumurtalı, marmelatlı kahvaltı etmek istiyorum, annemin yaptığı olursa tercihim, erikten alayım! Gazeteleri koltuğa yayılıp kahve eşliğinde okumak istiyorum. Sonra dışarı çıkıp boş boş dolanmak, sergi, müze gezmek, belki bir filme girmek, market alışverişi yapmak yavaş yavaş, eve dönüp yemek yapmak, sevdiğim bir şeylerden, kitap okumak istediğim kadar. Gece dışarı çıkmak, canımın istediği saate kadar durmak, canımın istediği kadar içmek(aksırıp, tıksırıncaya kadar mesela), tatile gitmek, görmediğim yerleri gezmek, bu şehirde, bu ülkede veya başka kıtada... En sevdiğim grubun peşinden başka bir ülkede festivale gitmek, Afrika'ya gidip aslanları, Çin'e gidip pandaları görmek, tatilleri Cuma akşam, Pazar dönüşlere sığdırmak zorunda kalmamak, 25 senedir en büyük isteğim olan o köpeği alabilmek, ama evde çok yalnız kalır diye düşünmemek. Son kararım Weimaraner'den yana! Ama bunlara yetecek parayı kazanmak, iyi bir kariyere sahip olmak, olmaz değil mi? Hepsi bir arada sürmez, en güzel yaşlarımızda çalışıp para kazanıp, kariyer yapmamız lazım çünkü, sonra evlenip, çocuk yapıp, bütün parayı bunlara gömmemiz, okulu, servisi, telefonu, üniversitesi derken bütün kazandığını hortumlarken soyağıcının fidanı, sen her şey bitip de oh hadi geziyim tozayım, Dünya'yı göreyim dediğinde yaş olacak 60, sen olacan pelte (çok şükür babam takip etmiyor) o en sevdiğin grup çoktan kefterlemiş, gece dışarı çıkamazsın yorulursun, çok içemezsin, büyük ihtimalle engelleyen bir sağlık problemin olur. Dinleyecektin zamanında Başbakanını işte! Teknoloji alıp başını yürümüş olur, ehehe dvd vardı dersin baya bi dalga geçerler.
Öyle yani, kötü oldu bak şimdi gece gece, kariyer falan, para, lanet olsun size Lidya'lılar; bok vardı!

6 Ocak 2011 Perşembe

Yeni Seneler!


Her yeni yıla, hep aynı dileklerle giriyorum. İstikrarlı mıyım yoksa başarısız mı karar veremedim. Daha çok para, süper kariyer, daha çok kitap okumak, daha çok film izlemek, daha çok yazmak, daha çok çalışmak, daha fazla öğrenmek, en az 3 ülke gezmek, bir hobi edinmek, dansa başlamak ve bilimum tüketici istekleri, toplasan aşağı yukarı herkesinki aynıdır zaten. Sevgilisi olmadan yeni yılda yapılacaklar listesinin bir numarasına evlenmek yazan arkadaşımı burada ayırıyorum gruptan. Bu dilek işini abartıp 2 sene önce yazmıştım tek tek, 2010'a girdiğimizde de üzerinden geçmiştim, başarı oranını hesaplamak için, ve bütün sene boyunca izlediğim bütün filmleri ve okuduğum bütün kitapları bir deftere yazmıştım. Ve bazen sırf listeyi uzatıp oraya yeni bir madde ekleyebilmek için filme ve kitaba abanıyordum. Takıntılı yönlerimi kabullenip onlarla yaşamayı becerebiliyorum artık, garipsemeden...Her yılın listesinde mutlaka yer alıp ama ömrü maksimum bir ay olan spor faaliyetlerim bu sene de yine listedeki yerini alıyor. Nasıl ki televizyon kanallarının ana haber bültenleri her sene usanıp sıkılmadan, yılbaşı büyük ikramiyesiyle ilgili haber yaparsa; bu paraya neler alınır? Bu parayla Dünya'nın etrafında kaç tur dönülür, kaç km'lik yol yapılır, piyango size çıksa ne yaparsınız röportajları, ve Nimet Abla'nın önündeyiz, her sene olduğu gibi bu sene de vatandaşlar umutlarını yılbaşı çekilişine bağladı. Tam bimnemmm kaç Lira eski parayla tammm şu kadar trilyon. Daya altına da Yann Tiersen'i al sana mis bülten! Aynı hesap bende de spor bu kategoriye girer, ve aynen o Nimet Abla önündekilerin bilete bağladıkları umudun sönmesi gibi benim de şevkim bir ayda sönüp gider.

Yılbaşı tacizi de hayatımızın vazgeçilmezlerinden, güzide basınımızın 1 Ocak manşetlerinin başında gelir. Gariban bir turisti çembere almış 10- 15 kadar abaza Türk genci fotoğrafı da bu haberin kaymağıdır. Şaşkın bakışlarla kurtuluş arayan gariban sarışın kız, çevredekilerin 3-5 kelime oo baby, kiss you Türkçe'siyle rahatsız edilip, ileriki safhalarda da topluca ellenir. Bir tanesini otobüs durağına tırmandırmışlardı bir sene. Turist rehberlerinde nasıl gezilecek, görülecek yerler, tarihi eserler, müzeler, restoranlar, cafeler, barlar ve diskolar gösteriliyorsa aynı zamanda bu arkadaşlara yılbaşı gecesini Taksim meydanda geçirmemelerini gerektiren bir dip not verilmeli. Hayatı boyunca sadece bu vesileyle karşı cinsle münasebete girebilen insanlar var çünkü. Tabu'da taciz kelimesi gelse 2 kelimeyle herkese anlatısın yılbaşı, Taksim bitti, bu kadar. Ne gerek var ısrarla gitmeye, Avupa Kültür Başkenti olabilir, sene boyunca tramvayın arkasındaki bando mızıka ekibi ve lavanta kokusu dışında bir etkinliğine katılımcı olmamış olabilirim, olsun ama sonuçta Avrupa yani Kültür bir de, ama yine de ellenirsin be canım. Rahat vermezler orda, ülkene gittiğinde hoş bir paylaşım olmaz.

Bu seneki dileklerim de geçtiğimiz senelerden pek farklı değil belki, ama olsun "Önümüzdeki maçlara bakıcaz!" 2011, 2012 geldiğinde şu an hayal etiiklerimizin çoktan gerçekleşmiş olduğu bir yıl olsun. Herkese iyi yıllar olsun!!!! Mutluluk, sağlık, kardeşlik, arkadaşca, dostluk, barış içinde....
Yazının tam şu anında Yann Tiersen çalsın kafanızda, öyle bitirin...
Dıtdırırım dı rııııı dırırım

Aklına getiremeyenler için: