27 Şubat 2011 Pazar

12 Points Go to Turkey!



Oscar gecesi geldi çattı; hayır favorilerimi falan yazmayı düşünmüyorum. King's Speech alır baya gerçi de, buna girmeyelim. True Grit ve Winter's Bone dışında listeyi bu sene eksiksiz izledim. Ne yazık ki bu filmlerden sadece Inception'ı 35mm izleme şansına sahip oldum. Black Swan'ın ABD'de DVD'si çıkacak oldu, bizde vizyona daha yeni giriyor. Bu koşullar altında mecbur korsana ve torrent'e sığınılıyor. Kopya iyi olduğu sürece korsana çok da karşı olamıyorum. Ülkemizde iyi bir sinema takipçisi olabilmek için, yeni çıkan filmleri izlemenin tek yolu bu olarak bırakılıyor. Başka bir seçenek yok. Vizyona giriş tarihleri bu kadar gecikmese ben eminim ki bu filmleri korsandan izleyen çoğu film sever zaten beyazperde opsiyonunu es geçmeyecektir. Her neyse Oscar'larda ülke olarak yabancı film aday adayı olmaktan daha öteye ne yazık ki bu güne kadar gelemedik. Ha Oscar çok önemli ve belirleyici bir ödül mü? Bunun cevabı çokca tartışmaya açık. Ama en geçerli mertebede yer almak film endüstrisinin gelişimi açısından büyük katkı sağlayacaktır. Türk sinemasının Avrupa'da son yıllarda göstermeye başladığı başarı, Amerika'ya da yayıldığı zaman ülkemizden daha iyi işlerde çıkmaya başlayacaktır. Daha fazla ortak proje, yurtdışı desteği eminim ki iyi şekilde değerlendirilecektir.

Gelelim ülkemizin katılımcı olabildiği bir diğer platforma: Eurovision. Senelerce Avrupa'nın şaklabanı olan Türkiye, "0 points" kulaklarında çınlayan bir nesil, siyasi ve politik uluslararası ilişkileri anlamanın en iyi yolu, seninle bir dakika, petrol falan ve filan. Bu kara geçmiş en sonunda Sertab Erener'in Everyway That I Can'iyle beklenmedik bir şekilde bozuldu ve bundan sonra ülkece bir yerlerimiz tavana vurdu. Senelerce sıfır puanla çıkan Türkiye bu günden sonra 3.lüğe falan burun kıvırır oldu. İzlemesi de daha zevkli oldu tabii. Eurovision'a bu sene kim gitsinle başlayan süreç, ne giyeceğe kadar devam eder. Yarı final ardından final günü gelip çatınca, -kendimizden yola çıkarak genelleyeceğim bu noktada. Sıra bize gelene kadar ki grupları dikkatle dinleme, çamur atma, olmaz bundan bir şey, bi kere akılda kalıcı değil hiç, İngiltere çıkınca dalga geçme; ama bilme ki aslında onlar olayla çok çok fena makara yapmakta. İtalya'yı katılmadığı için takdir etmekte ve sıra bize gelmekte. Gereksiz kabaran milliyetçilik duyguları, pür dikkat izleme, rejiye sürekli küfretme, yanlış açılardan çekerek başarımızı engellemeye çalıştıklarını düşünme, salonu kollama; ilgi alaka tezahürat ne düzeyde diye. Ve bitiş. Bundan sonra yorum yorum yorum, sonraki grupları hiç sallamama ve en sevdiğim kısım olan puanlama. Allahım benim yaş 25, Bülent Özveren sabit. Bir de adını bilmediğim bizim puanlamaları veren garip maşalı saçlı sarışın abla var. İşte neler dinledik kolajında bize mutlaka, ama mutlaka haksızlık yapılır kesin ve net. Hepsi 2 dakika sabit olsa bile bizimki daha az gösterilir, şarkının en akılda kalmayacak yerinden kareler seçilir ve başarımıza çomak sokulmaya çalışılır. Sonra Bülent Özveren'in güzide yorumlarıyla puanlama, Kıbrıs'ı inatla Güney Kıbrıs diye tercüme etme, sıfır veren ülkelere sinirlenme, bunlar zaten kesin komşuya verirler, bunlar bize asla vermezler...Arada BBC'yi açıp oradaki sunucunun bütün olayla, tüm şarkılarla, kendi ülkesiyle mükemmel bir şekilde dalga geçmesini dinlemek. Alınan sonuç birincilik değilse Bülent Özveren'in geçmiş Eurovisionlardaki güzide başarılarımızı hatırlatarak buna sevinmemizi istemesi ve sanatçının yurda dönüşü. Daha haftası geçmeden seneye kim gitsin, abuk bi şarkıcının "Ülkemi Eurovision'da temsil etme gururunu yaşamak isterim" açıklaması. Sonuçta Eurovision yani, en dandik müzik platformu, ama olsun yurtdışı işlerde ülkece çok hırslanırız. Bakınız Milli maç kafası.

25 Şubat 2011 Cuma

If You Want to Be Free, Be Free...


Bir gün bir film çıktı karşıma, çok büyük bir heves göstermeden oturdum başına. 15-20 dakika geçti ve ben tamam galiba en sevdiğim filmi buldum ve şu anda onu izliyorum dedim. Harold and Maude'dan bahsediyorum. Ne yazık ki film en can alıcı noktada büyük bir senkron problemi yaşayarak izlenemez hale geldi. Daha da yazıktır ki, o dönem piyasadaki her kopya aynı sorundan muzdaripti. Ve böylece üzerinden iki sene falan geçti, zaman gitti ben unuttum Harold ve Maude'un peşine düşmeyi, ama en sevdiğim film olarak kaldı; ne acıdır ki, sonunu bilmeden. Ve geçtiğimiz ayda bu süper ikili bana kendini hatırlattı ve -thanks to .torrent- izlemeyi başardım. Sonunu biliyorum artık!

Aslında şimdi niye Harold&Maude yazıyorum; dürüstçe söyleyeyim yazacak hiç bir halt bulamadım, düşünüyorum taşınıyorum, başıma gelen enteresan bir şeyde yok, ama yazasım var, hadi dedim bu ikisine nasip olsun. Yoksa bugün pişirdiğim ekmeklerin tarifini yazıp, blogu teyzeye bağlayacaktım. Harold & Maude 1971 yapımı Hal Ashby yönetmenliğinde bir Amerikan filmi. Hal Ashby'nin ikinci filmi, abi daha sonra Being There'i çekmiş zaten; buradan da Peter Sellers'a saygılar... Her neyse film kara komedi nedir diye sorana al iste budur denilebilecek kadar kara komik. Harold 17 yaşında, zengin, mutsuz, baya garip ve hobileri arasında intihar etme girişimleri, tanımadığı insanların cenaze törenlerine katılma gibi hareketler var. Maude'da 80 yaşında, hayat dolu, mutlu ve tabii ki bir o kadar garip bir teyze. Bu da nü poz vermek, araba çalmak ve yine cenaze törenlerine katılmak peşinde. Zaten ikilinin yolları da bu ortak hobileri sayesinde keşisiyor. Hayattan tiksinen genç Harold, hayat fışkırtan Maude sayesinde mutlu sayılabilecek bir gence dönüşüyor. Ve garip hobilerini bir arada sürdüren ikilinin arasında bir süre sonra aşk doğuyor. Ben garip insan aşklı filmlerden tiksinirim, hele böyle yaşlıların aşkı filmleri midemi kaldırır, ama bu film çok ilginç bir şekilde, neden hiç anlamadım ama insana huzur veriyor. Filmin harika destekleyici karakterleri de var Harold'ın annesi, ki bu kadın zaten Harold'ın intihar girişimlerinin başlıca sebebi, ama hiç birini kesinlikle sallamamakta, Harold'ı evlendirmek, ve normal bir insan olmasını sağlamak gibi bir misyonu var, fakat başarı oranı bir hayli düşük. Aynı zamanda Harold'ın asker amcası da bir diğer garip.

Ve oha nasıl unuttum, filmin müziklerinin hepsi Cat Stevens'a ait, ki kendisi o zamanlar daha İslam'la tanışmamış adı Yusuf olmamış yirmili yaşlarda bir genç. Film boyunca bir çok kez If You Want to Sing Out, Sing Out çalıyor, çünkü gerçekten bu filmi en iyi anlatabilecek şarkı bu. Bir de fragmanını koyuyorum ki tiplerini görerek okumak daha iyi olur diye, bir de Harold'ın o müthiş mimiklerini görün diye. Tabii beğenirseniz izleyin diye, ama sakın izleyip de aman da en sevdiğim film oldu benim bu demeyin, çünkü bu benim en sevdiğim film ve sevdiğim şeyleri paylaşmaktan hoşlanmam.

8 Şubat 2011 Salı

Başla Reis!


İlk kez bir kitap yazısı yazıyorum, kitap eleştirisi falan değil. Tamam okurum ama eleştirebilmek başka; hele konu Nazım'sa. Benim küçüklüğüm annemin kütüphanesinde geçti. Barbie seansı bitince orada oynamak en büyük eğlencemdi; yüzlerce kitabı okuma yazma bilmediğim yaşta kendi kendime küçük kırmızı kalpleri yanyana dizerek organize ederdim. Herhalde oradan kalmış hala okumayı en sevdiğim yayınevi Can'dır. Okuma yazmayı söktükten sonra organizasyon işini yazar isimlerine göre yapmaya başladım, en çok aklımda kalanlar da Atilla İlhan ile Nazım Hikmet'ti. Kafama göre bazı kitaplardan açıp okuduğum sayfalar, yerini yaşım ilerledikçe okuyup sevdiğim yazarlara bıraktı. Kütüphane de benimle birlikte büyüdü, rafına sığmaz oldu. O kitaplığın büyüklüğü annemin çocukluk ve genç kızlık yıllarında tam bir asosyal olduğunu düşünmeme sebep olsa da, hala en vazgeçilmezimdir.

Nazım Hikmet'le ilk tanışmam böyle oldu; ama onu okumak için bekledim, acele etmedim, anlamak istedim, ona biraz geç kaldım belki ama Nazım'ı anladım. 20 yaşımda annemin hediyesi bir kitabıyla tanıştım onunla, ve her Nazım'la tanışan gibi gerisini getirdim, mecburdum aslında; çünkü anladım ki anadilimin tüm nimetlerini en başarılı şekilde kullanan kalemle tanışmıştım. Hayran kaldım; yazdığı her cümleye, yaptığı her betimlemeye. Türkçe'nin ne kadar kıvrak, güzel, yaratıcı ve estetik bir form alabileceğini gördüm. Duvarımda posteri, Vera'sıyla bir fotoğrafı ""Şehrime Ulaşamadan Bitirirken Yolumu/Nazım ve Vera Moskova’dan İstanbul’a" sergisinden, Bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende diye devam eden, güzel aşık olan adamdan,
"ah benim sevdasında bencil; ama yüreğinde sağlam sevdiğim.
aklıma gelişini seveyim; ne güzel darma duman ediyorsun beni." diyebilen adamdan. Ülkesine dönmek için ölmek zorunda olan adamdan... Gelelim bu yazının konusuna; Nazım Hikmet Büyük İnsanlık; Kendi Sesinden Şiirler. Kitap Ocak ayında Yapı Kredi ve İş Bankası Kültür Yayınlarının ortak çalışmasıyla çıktı. Nazım ülkesine sesiyle döndü.

1961 yılında Nazım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Paris'te bir araya geliyorlar ve Bedri Rahmi, Nazım'ın kendi sesiyle okuduğu 56 şiiri kaydediyor. Daha da güzeli, o dönemde yasaklı olan Nazım'ın sesinden önce Bedri Rahmi kendi sesiyle "Mor" şiirini okuyor. Kitaptaki cümleyle "adeta kendi sesini Nazım'a siper ederek." Kayıt senelerce Bedri Rahmi'nin oğlu ve gelini tarafından saklanıyor. Tam 50 sene, ve sadece bu bant kaydı değil aynı zamanda Nazım'ın annesi Celile Hanım tarafından yapılmış bir portre de ortaya çıkıyor. Bu kayıt Bedri Rahmi'nin eserlerini yayınlayan İş Bankası Kültür Yayınları'na teslim ediliyor ve yayınevi Nazım'ın eserlerini yayınlayan YKY ile işbirliği yaparak bu kitabı ortaya çıkartıyor. Çok da güzel bir işe imza atıyor. Kaydın bir diğer önemi de şimdiye kadar hiç yayınlanmamış iki şiiri de ortaya çıkartması. Banttaki ses çok iyi temizlenmiş, Nazım berrak, parlak yanıbaşımızda, şiirlerini okumak bir zevk, bir de onun sesinden dinlemekse bambaşka...
En sevdiğim şiirlerinden biriyse, biraz da adımın Deniz olmasına istinaden, bu kitapta, bir de Nazım'ın sesinden...

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa,
balık mı olsam,
yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.


"Ve Nazım Hikmet sorar: Başlayayım mı Üstad?
Bedri Rahmi yanıtlar: Başla Reis!"