9 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Nevrotik Akşam Yazısı


Ve bazen düşünürsün, bulamazsın cevapları. Sen ve senin gibi niceleri, yorulup yorulup ne aradığını unutup, pes demişlerken. Hepiniz aslında, hepimiz aslında sokak köpekleri gibi yolun tam orta yerinde durmuşken, üzerimize gelen arabanın gözlerinin içine baka baka. Çarpma ihtimalinin olduğunu hep bile bile bile...Dibine gelene kadar aheste aheste, kafanı ayırmadan aslında. Böyle de boş vermişken, boş verdiğinde.

Bazen o kelimelere attığında oltayı, kafanın içinde dolanırlarken ve çıkarmak değil aslında hepsini kusmak istediğinde, kusup da yollarını bulsunlar istediğinde, en çok o zaman zorladıklarında seni, çünkü sadece birbirlerine değmeden, öznesini yüklemini kaybetmişken bu kadar vurduklarında yumruklarını. Cümle olamamış kelimeler gibi asılı kaldığında; ama bazen bir kelimenin sayfalarca cümleyi alıp da donunda sallayabileceğini bildiğinden bu rahatlık. 

Bazen düşünürsün bulamazsın cevapları, koşup koşup daha fazla devam edemeyeceğini hissettiğinde patlasın lan patlasın o ciğer diye düşündüğünde, ama hiç bir zamanda o noktaya gelemeyeceğini bildiğinde, hani gelir ya bazen; o içindeki gerilmiş telden kurtulmak istediğinde, madem iyilikle olmuyor o zaman dolayacaksın bileğine koparacaksın ya, işte onun gibi. İzi kaldığında da baktıkça hatırlarsın, bazen bulamadığın cevapları. Ama sonra bir anda ne gelecek aklına biliyor musun? Hiç bir şey, yok çünkü bir cevap, hiç yokmuş zaten, sen boşuna düşünmüşsün bulamamışsın. Niye biliyor musun? Soru yanlışmış çünkü, hiç burasından bakmamıştın di mi? Bak o zaman. 

Dip: Hep bunlar yüzünden oldu.



20 Eylül 2013 Cuma

Sen O'sun Sağ Kolumsun

         
Koltukta yatıp televizyon izlerken, kitap okurken, bir şey yaparken fark etmez, ya da yatağında uyurken; hali hazırda bulunduğun pozisyonu mükemmel hale getirecek tek bir çözüm kalır bazen; o altta kalan kolu çıkarıp bir kenara koyabilmek. Çok uzun senelerdir hep bunu hayal ettim kafamda, şöyle omuz hizasından tık ettirsem yukarı, çıkarıp koysam kenara, vitrin mankenleri gibi. Ondan sonra tabii ki geldi gerisi, çıkartıp koyabilsek neler olur acaba diye. Bir bak bakalım neler olurmuş...
Bu noktadan sonra bırakabilirsin okumayı çünkü gerisi tamamen benim zırvalamam, e hadi ver bakalım dersen de buyur buradan devam et. 

Teknoloji gelişiyor, her ihtiyaç için yeni bir çözüm önümüze çıkıyorken, bir noktada bütünlüğü henüz zevke bağlı bozulmalara izin vermeyen vücut da nasibini almıştı. Kolları çıkarılıp takılabilen insan vücudu başlarda konfor amaçlı tasarlanmış olsa da, her icat gibi bir noktada asıl amacından büyük bir sapmayla çıkıverecekti. İnsanoğlunun kafasının itliğe pisliğe de bolca bastığını hesaba katamayan bu mucitler sonuçlarla başa çıkamayarak lanet olsun ilimine de bilimine de deme noktasına gelerek meslekten soğuyacaklardı. İlk nasıl başladı kimse tam olarak hatırlamıyordu aslında ama sanırım kolunu çıkarıp televizyon karşısında uyuklayan genç kadın, kalktığında kolu yerinde bulamadığında başlamıştı garip olaylar zinciri. O güne kadar kimse kafa yormamıştı aslında kollarının güvenliği konusuna. Alan neden aldı, ne yapmaya aldı kimse tam kavrayamamıştı. Rahat bir uyku uğruna tek kolundan olan kadın insanlarda büyük bir telaşa sebebiyet verdi. Bundan hemen kendine iş çıkaran bir kaç fırsatçı, kolları güvenliğe alacak araçlar satmaya başladılar. Kol zincirleri, muhafaza kutuları gibi, fark etmeden kendi sektörünü yaratan tek kollar beraberinde de bolca saçma ürüne çanak tutmuş oldular. Gelir seviyesi ve beğenisine göre insanlar kollarını güvende tutacak ürünlere yöneldiler. Ve evet; garip Swarovski taşlı ve Hello Kitty'li ürünler buradan da  geri kalmadı.  

Korunacak şeylerin hep yok olacağı gerçeği  burada da kendini gösterdi. Madem bu kadar korunuyor, o zaman... diyerek kafalarında ampul yanan fırsatçılar kolları çalmaya başladılar. Kollarını çaldırmış olan tek kollular bu sefer yeni kollar bulmanın peşine düştüler. Karaborsa ve kol mafyaları bu işten büyük paralar kaldırmaya başladı. 

Geceleri sokakta yürümeye korkar oldu insanlar, her an bir köşeden çıkıp birisi çalabilirdi kollarını, Allah esirgesin. Kol çalanların bir kısmı da kollarını hali hazırda çaldırmış olanlardı aslında. Kendi ilahi adaletini kuranlar bunu bir suç olarak görmüyor, bir nevi takas sistemi gözüyle bakıyorlardı. İşlerin iyice çığrından çıktığı noktada devlet olaya el attı. Oluşturulan "kolluk kuvvetler" insanların can ve kol varlığından sorumluydu artık. Bir evin nüfusunun ihtiyacından fazla kol bulundurmak suç olmuştu sonunda. Yapılan ani ev baskınlarında, merdiven altı imalathanelerde bir sürü kol bulunuyordu. Çıkarılan yasaların yanında saçma sapan ünlülerin kullanıldığı sosyal bilinçlendirme kampanyaları başlamıştı. "Kolumu geri ver!" temasıyla tek kolunu çıkaran ünlüler bir gün sizin de kolunuz alınabilir mesajları vermeye başladılar. İnsanlar işi gücü bırakmış kollarla kafayı bozmuştu artık. Düzen bozulmuş, kimsede zerre huzur kalmamıştı. 

Aynı anda iki kolunu kaptırmış olanlar için olay zaten artık çok farklı noktadaydı. Sabah programlarında artık kimse evden kaçan kızını aramıyor, insanlar kollarını bulabilme çağrıları yapıyorlardı. Müge Anlı meslek hayatının en zor günlerini yaşıyor, ekranlardan çağrı yapmadığı, gözlerinin dolu dolu olmadığı bir gün geçiremiyordu. Esra Erol genci, yaşlıyı evlendirmeyi bırakmış kolların kayıp eşlerini bulmaya kendini adamıştı. İki kolu da yerli yerinde ve orijinal olanlar büyük sıkıntı yaşıyor; nasıl yapsak da kolu kaptırmasak diye düşünmekten uyku uyuyamıyorlardı. Maddi zorluk çekenleri ise, büyük paralar karşılığında kollarını zengin tek kollulara veya kol mafyalarına satıyorlardı. 

Halk artık akıl sağlığını yitirmiş, rahat uyuyacaz diye değer miydi bunca çileye diyerek sokaklara dökülmeye başlamıştı. Olağanüstü hal ilan eden devlet baktı işin içinden çıkamayacak, yeni bir yasa çıkardı. Bütün kollar toplanacaktı artık, böylece eşitlik sağlanmış olacaktı. Tabii ki her zaman en saçma çözümü bulan devletin bu fikri halkı iyice dellendirdi. "Ne verecem arkadaş ben sağlam kolumu?" diyenler meclise yürümeye başladı. Tek kollu bir insan seli akın akın meclise yürüyerek homurdanmaya başladı. Tam da o sırada bir grup bilim adamı çıktı ortaya. Durun bi dediler. Biz baktık olay büyük boka sardı, çalışıyoruz bir süredir, madem dedik bunu çıkartmayı becerdik, yenisini de üretmeyi pek hayli becerebiliriz. Bir iksir yaptık böylece - ve hayır onlar büyücü değildi, sadece o anda iksir demek istemişti doktorun canı- vücudun sağlam bir yerinden alınan ufak bir parçayı gün aşırı sulayarak kolu tekrar büyütebiliyoruz, sonra da çıkarttığımız yere geri takıyoruz. İksirler kaymakamlık ve belde muhtarlıklarında dağıtılacak; kolunuzun olmadığını beyan etmeniz yeterlidir.

Doktorun yüreklere su serpen açıklamasından sonra sen al halkı bir sevinç, o tek kollu halleriyle başlamasınlar mı bunlar halaya, oluşan garip görüntüyü hiçe sayarak hem de. Velhasıl aradan belirli bir miktar zaman geçtikten sonra kollarını sulaya sulaya büyüten halk çıt diye taktı omuzdan çıkarttıkları yere. Ve dediler ki bir daha da çıkartırsam iki olsun, varsın uyuşsun uyurken koltukta, ben kolumu sokakta bulmadım ya! 

Dip: Ersin Karabulut çizsin istiyorum bunu!

19 Eylül 2013 Perşembe

İki Şehir Hikayesi

                                            Önce bunu başlat, öyle başla okumaya...

Hayat çok garip aslında, ya hayat var ya çok, çok garip aslında. Bu aralar kafamda en çok ses bulan cümle. Ve fark edişim, aslında şehirlerin de hiç bir farkları olmadığından sevgililerden; bir gün eyvallah dediğinde arkandan gelmemeleri değil gelemeyecek olmaları dışında. Mesela Ankara, ilk ilişkim, en uzun sürenim, güven, aidiyet, huzur gibi o yaşlarımda en istemediklerim. Sıkıldığın, kaçmak istediğin, ama seneler var kopamadığın. En yakın arkadaşın olmaya başlayanın, senin gözünün açılmaya başladığı yaşların. Platonik aşık olduğun İstanbul gel dediğinde, sen koşup gittiğinde arkandan bakacak olanın, ama gitme demez hiç, hiç birimize demedi biliyordu, tanıyordu çünkü dinlemezdik ki biz onu. Peki dedi sadece, git sen; ama ben burdayım hep beklerim seni...Tabii tabii dedik bekle sen geliriz ya biz geri. Üzülmedin diyemezsin ama, her gidişinde keşke başka türlü olsaydı diye düşündüğünü biliyorum.

Istanbul; o başkaydı ama; orta okuldayken aşık olduğun lisedeki çocuktu, senin varlığından habersiz. Öğle yemeğinde karşılaşsan günlüğüne üç sayfa aşk cümleleri yazacağın.Çok başkaydı İstanbul, ya da sen öyle sanmıştın, o yaşında. Sonradan açıp okuduğunda güldüğün günlük sayfaları gibiydi belki de. Aşkı ne sanıyordun acaba o yaşında? Huzur, güven, aidiyet? Efendim? Arayan kimdi ki? Güldüğün, eğlendiğin hep yorgun eden seni ama yanında mutlu dolandığın adam gibiydi. Hani bir gün sonrasını hiç düşünmediğin. Ama yine de seni her üzdüğünde sen yine koşmadın mı Ankara'ya doğru söyle. Anlık pişmanlıklarında, hani ağlar gibi yaptığında sana sarılıp uyutmadı mı o hep? Hiç sormadı neden gittin, hiç sormadı neden geldin diye. Başını okşadı sadece geçecek, üzülme sen dedi. Özlemişsin, o tanıdık güven duygunu; ama ikiniz de bildiniz ki sabah uyanınca sen koşcan seni üzen İstanbul'una diyeceksin ki gözlerin parlayarak çok özledim seni. Götsün çünkü.

Biraz zaman geçince fazla gelecek sana koşup da kaçtıkların, ya bu gece de çıkmasak da evde mi otursak hissi gibi. Hayır ya saçmalama ne oturması, ben oturmam bilmiyor musun? Bu yüzden seçtin ya beni, hani bundan koptun geldin ya bana. Tamam da, diyeceksin hani hep de olmaz ki sanki. Boş boş bakacak suratına, hiç anlamayacak seni. Ve bir gün gelecek sen onu da terk edeceksin, aynı Ankara'ya yaptığın gibi. Aşk için değil bu sefer, huzur için, güven için de değil; beşik kertmesi gibi aslında sen seçtiğin için değil. Ve İstanbul da her eski sevgili gibi terk edileceğini anladığında gitme diye gitmeyesin diye elinden geleni yapacak. Diyeceksin ki neredeydi aklın canım benim? Topladım bile ben son bavulu. 

Ama bil ki, bak sakın unutma, hiç Ankara gibi yapmayacak sana, ben hep buradayım sen git demeyecek. Hemen doldurur çünkü boşluğunu, yeni kan lazım ona, yine boyar gözünü o renkli ışıklarıyla Ankara kızlarının. Geri döndüğünde alır yine seni yatağına, hayır demez; ama sanma ki başını okşayıp uyutur omzunda.  
  

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Bir Saat


Sonunda gercek islevini yerine getirebilen kosu ayakkabilari hallerinden memnun, dort senedir kisa market yuruyusleri disinda kullanilmanin sevincini yasamakta. Havanin gunesi yeni gitmis tam en sevdigim saatleri gelmis. Yirmi sekiz sene gecmis hayatindan. Ic Anadolu'da baslayan hikayen Marmara bolgesi sonrasi Ege'ye tasinmisken, hala oturdugun evin yeri konusunda kafan net degilken, madem imkanin varken, hava guzelken... Kulaginda en sevdigin grup calarken, bir hafta sonra onlari canli izleyecegini bilirken. Garip gelirken hayat, sen garipserken daha o yanindan kosarken, depar atip yetismeye calistiginda o ictigin sigaralar sana kendini hatirlattiginda. Eski sevgilin kokan yabancilar yanindan gectiginde, bi duraksadiginda, hatirladiginda; en cok koku hafizayi calistirirmis ya hani. Karsina cikan ucuz dovmeye gozun kaydiginda, dandik pazar penyesinden gorunen melekler gozunu acittiginda, ne kotu degil mi hayat boyu tasiyacagin bir cirkinlik satin aliyorsun kendine. O muhtesem pembe begonvilli kucuk evin onunden gecerken, yasayanlarinin hikayelerini merak ettiginde, sana neyse?

Girdigin bi tane sokakta koyunlar cikacak karsina, sokak aralarinda mayismis kopekler. Bitiyor yaz diye uzuleceksin, her sene bir posta bitiyor yaz diye uzulmek lazim cunku. Evinin balkonunda oturan o kadinla goz goze geldiginde seninle ilgili ne dusunuyor bilemeyeceksin hic. Tahmin etmez degil mi aslinda senin tam da o anda, aklina yazacagin bir cumlenin geldigini, ya da o kostugun bir saatte, bes saatlik dusunmus oldugunu. Gece gordugun ruyanin sacma detaylarini hatirladigini, yillar oncesinde, cocuklugundan alakasiz bir sahnenin gozunun onune geldigini. Istanbul'u ozledigini anlamis midir ya da? Cihangir'den cikmamayi ozler mi insan? Bebek'e gitmemeyi, siz gelin bu taraflarda oluruz demeyi. Hep ayni yerlere gitmeyi ama yine de nereye gitsek diye bir basligimizin oldugunu. En yakin arkadasina yedi dakikada yuruyerek gitmeyi, evde oturup beraber sikilmayi ozler mi insan? Ozler insan. Bir saat kalktiginda koltugundan, telefonunu biraktiginda arkanda, dusunmeyi ertelediklerini dusunebilyorsun ya iste sadece osunu seviyorum; bir saatlik kosularin.

Dip: Resim Lizbon metro istasyonunda "The Running Woman"
Şarkı da çok kulağımdaydı bugün diye...


18 Ağustos 2013 Pazar

Calikusu


Manyak misin nesin deme de, eski yazdiklarimi okudum, dedim sen mi yazdin bunlari? Aferin lan guzel yazmissin, komikliler falan var dedim. Yazsana yine dedi icimdeki ses; ben kucukken bu icimdeki sesin sahibini karnimda yasayan kucuk insanlar zannederdim. Manyak mi ne? Ya ama is guc iste yazamiyorsun ya hani sonucta, bloggerlik basli basina meslek ve mesaiye aslinda. E cocugum hani senin isin, nerede senin mesain? Sahil kasabasina tasinan, pazar gunleri kovalayan, bisikletle markete giden disi genc gorunumlu yasli ruhlu insan diil misin artik? Oylesin tabii. Anadolu'ya tayini cikip aslinda Kusadasi'nda yasayan Calikusu Feride sendromuna da son ver. 

Demem o ki donuyorum artik klavye basina, ne yazcan deme ben de bilmiyorum inan. Ama cikar bir seyler hep karsina, baktin olmuyor hop hemen yaz kasabasi temali ege yazilarini daya, bamya tarifinden girer, Canakkale domatesinden nasil kislik konserve yapilirdan cikarsin. Serde ascilik var koc unutma. Bu arada Kurk Mantolu Madonna'yi oku. Sonra Maria Puder icin mi uzulecegine, yoksa Raif'e mi dertlenecegine karar vereme. Bir selam cak Sabahattin Ali'ye, sonra baharda Berlin yapmak lazim de kendine. Kafa sallasin karnindaki kucuk insanlar. 

19 Haziran 2013 Çarşamba

Uprise of the Chapulers

18/06/2013 tarihli Aargauer Zeitung'da yayınlanan yazının orjinalidir. 

Imagine a generation grew up with computer games, internet and smart phones. A generation whom were seen as ignorant, apolitical and insensitive, this generation became the key actor of the resistance in Turkey. People between the ages 15 to 32 just surprised all of their parents, rest of the society and mostly themselves. People never became a part of a demonstration before, who never smelled pepper spray or saw a panzer other than movies started to resist the brutal police violence on the streets. The reason they all gathered and united was their sense of justice. Each of them was sick of something different about the government politics and one day they all decided to say “We had enough” The thing that gathered and united them all together was a park. The breaking point became the trees, which will be the most naive reason of a revolution.

Imagine a generation who were playing war games on their computer turned into warriors in two days. They learned how to protect themselves and others from gas bombs; they learned how fast they can run when a panzer was chasing them. Most importantly they learned to be one, united and together for the first time, even though they were never on the same side before. They didn’t have anything other than their courage, intelligence and sense of humor. ; A generation who were educated, knows the world, speak foreign languages and most importantly capable of using social media as a second language. They used Twitter efficiently for communication and also to spread their resistance to the world. They get in touch with foreign media to tell what is going on in Turkey, to show what they are doing and also to show what the police and government are doing to them. The online revolution that they started gain lots of attention and supporters. 

The highlight of the resistance was doubtless, the intellect of the participants. They organized perfectly; they started a new civilization in the park. They made a perfect order to keep people live together at the same place with different ideas; which the government couldn’t achieve in 11 years. The park became the symbol of friendship and freedom. The level of humor was so high in this resistance; the graffities became the proof of the high sense of humor. Imagine people who were rebelling against police and then writing: “enough, i will call the police”, thousands chanting funny slogans to the police. They were dancing while building up barricades, still making fun of everything when they are in a really serious and scary condition. When PM Erdogan was insulting them by saying “çapulcu” to which means marauders and looters, they just gave a new meaning to the word; made a new noun out of it which means the one who is seeking for their rights, outstanding and resisting. “Chapulling” and then they made a new slogan “Eveyday im chapuling” .This spirit keeps them together and alive, and gives them the power to keep on.

They rebel against authority, government, fascism, violence in the most peaceful way. They used literature; they used music, art, photography,video, graphic, design, dance, humor as their weapons which was really surprising for everyone. They keep calm, they stayed united, they learned to love each other, they learned how strong they are, they learned what they are capable of and that nothing can stop them. Imagine a generation singing when one of them is playing it on the piano in the middle of Taksim square; saying all together: “imagine all the people living life in peace. You, you may say I'm a dreamer, but I'm not the only one I hope some day you'll join us and the world will be as one”

1 Mart 2013 Cuma

Two on Four Wheels


İki haftadır gitmiyor elim bir kelime bile yazmaya, haberi aldığımdan beri, kendimce bir hoşçakal demek istedim. İzin vermedi bir şeyler içimde. Geçtiğimiz sene hayatımı hiç tahmin etmeyeceğim bir şekilde değiştirip, bir yenisini kurmaya çalışırken karşılaştım onlarla. Üç ay boyunca birlikte yaşadık neredeyse, çok şey paylaştık. Üç ay nedir ki dersin değil mi aslında, çok şeymiş onu öğrendim ben. Yakınlık için süre değildir ya önemli olan onu öğretti bu iki insan bana. Ve daha bir çok şey, hayallerinin peşinden koşman gerekiğini, sen istersen her şeyin olabileceğini.

Hiç duymadığım bir yerden başlamıştı hikayeleri, İngiltere'ye bağlı Guernsey adasından, ne kadar güzel bir yer olduğunu görünce deli misiniz siz dedim ne işiniz var, ne yapıyorsunuz buralarda? Karar vermiştik mutlaka Guersey'e gidilecek, en yakın zamanda, anlattıklarını görmek için. İki sene önce o adaya bir daha dönmemek fikriyle hoşçakal demişti Pete ve Mary, bisikletlerini alıp dünyayı gezmek için. 5 sene boyunca salondaki dünya haritasına bakarak hayal kurduk dedi bana Pete, rota çizdik oradan mı gitsek buradan mı diye. Para biriktirdik. Dönmeyeceğiz bir daha dedi. Benim gibi köküne, evine, ailesine, arkadaşına bağlı biri için düşünmesi ne kadar zor da olsa. Hayatımda tanıdığım, hayata ve birbirlerine en bağlı insanlardı sanırım. 11 senedir birlikte olmak, ruh eşi diye bir şey vardır ya, onlardı işte. Beraber o kadar salak saçma eğlenceli şeyler yaptık ki o üç ayda. Hep içimde kalan yurtta veya öğrenci evinde yaşama fikrim hayata geçmişti. Cihangir'in göbeğindeki o evde, hayatımda hiç unutmayacağım bir bölüm yaşadım. Sadece bisikletle dünyayı gezme değildi olayları, ikisi de sanat okullarından mezun inanılmaz başarılı sanatçılardı. Burada kaldıkları üç ayda bir sergiye işlerini verip, beni iyice şaşırtmışlardı. Kilolarca patatesten muhteşem bir sanat eseri yapan Pete, günlerce salona kapanıp metrelerce kağıtlara kurşun kalem İstanbul desenleri çizen Mary.

Yaptıkları her işle beni şaşırtan bu muhteşem iki insan Nisan'da rotalarına devam etmek üzere gideceklerdi, başından belliydi. Çok uğraştık gitmesinler diye, Pete'in dizlerini son gece kırma fikrimizle bir kaç ay daha kazanmayı düşünüyorduk halbuki. Hindistan'dı hedefleri, son biraları öyle kaldırdık Mary'yle "if you can make it we will also make it" diye. Orada buluşacaktık. Ne kadar sürecek belli değildi oraya varmaları. Sabahın yedisinde bisikletleri taşıdık aşağıya, banjo, gitar, köpekleri kovalamak için sopalarla birlikte. Mary'yle ben ağlaya ağlaya Pete ve Flurin bizimle dalga geçe geçe vedalaştık. Bir gün bir yerde yine buluşacaktık emindim. Sonrasında biz hep internetten, bloglarından, facebookdan, twitterdan haberleştik. Türkiye bitti, inanılmaz yerlere gittiler, biz izledik sadece. Christmas, yılbaşı geçti, özledik dedik hadi gelin. Bulunduğumuz en güzel, en zevkli şehirdi İstanbul dediler, tamam dedik hadi gelin o zaman yeter bu kadar bisiklet.

Sonra bir şey oldu, Pete ve Mary Tayland'da bir kamyon kazasında gittiler. Hindistan'a üç kala, Dünya'nın en tehlikeli bölgelerini, iç savaşları geçtikten sonra. Gündüz vakti. O zaman bazı şeyler daha fazla dank etti bana, tanıdığım en muhteşem iki insanı bir daha göremeyecek olmak gibi, peki ben hayatımda neyi hayal ettim de gerçekleştirebildim gibi. Bugün gitsem hiçbir şeyi başaramamış olmak gibi aslında. Dolu dolu yaşayamamış, herkesin normal bulduğu hayatı elinin tersiyle itememişken. Pete ve Mary kadar hayat dolu, neşe dolu olamamışken, hala kirayı, faturayı düşünürken, 15 günlük senelik izin hayali kurarken. Dur dediğinde hayat, ne yaptın sen sorusunun cevabını bilemezken. Dedelerin, babannelerin, akrabaların ölümlerine alıştığın yaşta, ilk defa arkadaşını, arkadaşlarını kaybetmişken. İnsanın çok başka bir yerinin acıdığını öğrenmek gibi. Bugün Guernsey'de Pete ve Mary; son kez, sevenlerine hoşçakal demek için. Dünyanın kim bilir kaç ülkesinde arkalarında bizim gibi üzgün, onları tanımaktan mutlu insanlar bırakarak. İyi ki hayatlarımıza uğradınız. Bir gün bir yerde görüşeceğiz yine.Geleceğiz Guernsey'e mutlaka, en yakın zamanda, anlattıklarınızı görmek için....
The Road to Istanbul from twoonfourwheels.com on Vimeo.


Istanbul to Iran from twoonfourwheels.com on Vimeo.

7 Şubat 2013 Perşembe

Another Cynthia

Süper bir şarkı ve grup keşfettim, kazara. Bir de adamlar garip bir video yapmışlar, çözünürlük fena ama fikir iyi. Çok seviyorum yeni bir şeyler bulmayı, şimdi sürekli bunu dinlerim ben kesin. Bakın bakalım şöyle bir şey kendileri; Another Cynthia. Hah yeni keşfetmiş mala da bak diyenlere cevabım yok!

16 Ocak 2013 Çarşamba

Sabah Sporu ya da Otobüsten Nasıl Tiksindim

İşe başladığımdan beri alternatif gidiş yolları bulmaya çalışmaktayım. Toplu taşımadan nefret ettiğim için, trafikten kurtulamadığım, arabam olmadığı için, geçtim araba kullanmayı bilmediğim için - ama ehliyetim var, sistem sağ olsun- bisiklet fikri bana çok mantıklı gelmeye başlamıştı. Çocukluğumdan beri bisiklete binmeye bayıldığım için, Avrupa'da yaşamak istememin en büyük sebeplerinden birisi; bisikletle ulaşımını sağlayabilme lüksünün olması. Fakat ne yazık ki bizde çok zor bir süreç, bisiklet yolu yok, sürücülerin bisiklete karşı bir farkındalığı yok, her taraf yokuş falan filan. Yine de sahil yolundan otobüsle giderken her sabah şöyle yandan yandan giderim sanki ya, aha burada kaldırım geniş kurtarır gibi ar-ge çalışmaları yapmaktayım. Yine de tüm çevreden vetoyu yiyerek bisiklet planlarım bir başka bahara kaldı. İkinci bireysel çözüm olarak da yürümek fikri bu noktada ortaya çıktı. Bugün ilk denemeyi gerçekleştirdik, sağ olsun İstanbul'da güzel havasıyla destek oldu. Böylece 45dakika otobüste pöfleyeceğime, bir saatte işe sallana yuvarlana yürümüş oldum. Bisiklet fizibilite çalışmalarım devam edecek ama tabii ki.

8 Ocak 2013 Salı

Yarın Okullar Tatilmiş!

Kar'ın tek anlamı olan bir şehirde büyüdüm ben; tatil! Bir Ankara öğrencisi olarak daha o kar tanesi yere değmeden "yarın okullar tatil mi?" sorusuyla beyni meşgul bir neslin çocuğu. Sosyal medya, internet olmadığı için televizyon önüne kitlenmiş, en büyük beklentisi Ankara Valiliğinden gelecek olan o güzel haber. Anneee yarın okullar tatilmiş. Kim demiş, yok öyle bir şey. Bu havada tatil mi olur, yok ki kar? Valilik demiş, ben mi dedim? Akşamına haber çıkmadıysa umutlu bekleyiş, yatmadan Allahım nolur nolur yarın tatil olsun. Aynı tadı vermese de sabah kalktığında öğrenmek, tatil olması, servis yok, Mehmet Abi arar, gelemiyorum ben der mesela? En kötüsü kalkıp servis beklemek, valiliğe küfretmek, kaldırım kenarındaki karları tekmeleyerek yola atmak, bireysel çaba, herkes kendi evinin yolunu kapasa tüm yollar kapanır ya... Okula gitmişsin bin bir çaba, bu Oran'da falan oturanlar gelmez ya bir de, pis bir kıskançlık. Sonra en gıcığı öğlen hadi eve gidin derler, zaten kalkıp gelmişiz artık arkadaş, ne anladım ben böyle tatilden, yarım günden. Binersin servise, Mehmet abi durur bir yerde, daha gidemiyoruz. Bir güzel yürürsün eve; tamam şuan Doğu'nun bir köyünde Kardelen hikayesine çevirmiş olabilirim konuyu, ama Ankara'nın karında Cinnah, Nenehatun çıktıysan anlıyorsundur ne dediğimi. Seğmenlere gittik yaş büyüyünce site bahçesinden çıkıp, karda kaymaya. Yaş fark etmez Ankara'da kar yağarsa; Seğmenler, net! Çöp poşeti kıçında, karda sigara içmek, eldivenin arasından giren kar yakar ya hani, tam işte öyle. Sıcak çikolata, kahve, çay, camdan bakıp kara bembeyazı görmek. Şimdi bakıyorum ben yine camdan okullar tatil İstanbul'da. Yan bahçedeki çocuklar kartopu atıyor cama, ben ofisteyim ama bu sefer. Açıp camı bağırasım var, keserim bak topunuzu diye...

3 Ocak 2013 Perşembe

Bacon&Tabasco

Bir tasarım tüyosu vardı bölümden hatırladığım, "If you can't make it good, make it big, if you can't make it big, make it red". Gayet net, kompakt, basit ve başarılı bir çözüm bence, sadece tasarım değil hayatın her alanında da iş görür bir de. Bunu tabii çözemediğin sorunları büyüt, daha da olmuyorsa, etrafı kana bula versiyonu olarak da çevirebiliriz belki...Ama asıl gelmek istediğim sonuç şu; bunu alalım aşçılığa uygulayalım. If you can't make it good, put some bacon, if you can't put some bacon, try tabasco. Bence çalışır bu. Mesleklerim arası geçişte son buluşum.